Firma Katalogu

hakantok hakantok is basvurusu yap hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Twitter Takipci hakantok iletisim Bilgilerim hakantok Web Sayfasi Yapilir hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Yerli Arabamiz hakantok hakantok Gida Teroru hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Aloculara Dikkat hakantok hakantok hakantok Turbeler Turk Starlar hakantok hakantok hakantok hakantok hakantok Nostalji Anilar hakantok Kaybolan Meslekler hakantok Antik Kentler Turizm Tanitimi sehitlerimiz  Kpss Test Kpss Test 2 Gezici Rehber VOLKSWAGEN 1303 Anadol STC Siyaset Yolsuzluk MARKALAR  Kangal  Ek Gelir israil Boykot Otel ik Derin Haber Edebsizlik  Teror Aile ve Evlilk Askerlik-Sehitlik Gundem  Evlenmek istiyorum 444 hakantok Favorite Links



Meclis Büyük Hırsızları Kollama Yeri Değildir

2 koyun çalmaya üç, şike ile trilyonları kapmaya bir yıl ceza!
4 partinin ittifak ettiği, ama bu partilerin sözcülerinin kamuoyu önüne çıkıp da, iki cümlelik bir açıklama ile kanun değişikliğini savunamadığı “şikecileri af operasyonu”, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün önünde.
Umuyoruz ki, Cumhurbaşkanı bu yasayı veto eder.
Veto edilmezse, bakın hangi tablo ile karşılaşacağız.
Bir genç, şeytanın da ayartması ile, dağda dolaşırken, bir çobanın otlattığı koyunlardan iki tanesini çalıyor.
Cezası ne bu işin?
Asgari 3 yıldan 7 yıla kadar hapis!
İşkembeden atmıyorum. Alın size kanunun hırsızlığı tanımlayan 141. maddesi:
Zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alan kimseye bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası verilir.
Bu da, suçun 142. maddedeki ağırlaştırılmış hali:
Barınak yerlerinde, sürüde veya açık yerlerde bulunan büyük veya küçük baş hayvan hakkında, İşlenmesi hâlinde, üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
Şu an cezaevindeki kulüp yöneticilerini, sporcuları unutun.
Genel olarak, bir farazi olay düşünün.
A takımı ile B takımı kıran karına şampiyonluk yarışında. Yarış son maça kadar geldi. A takımında as futbolcular ya sakat, ya da kırmızı kart cezalısı. A takımı, deplasmanda C takımı ile maç yapacak. Ama fazla ümitleri yok. İşi sağlama almak için, C takımına, 1 trilyon ödeme yapıp, maçı kazanıyorlar.
B takımı ise, zaten avantajlı olduğu rakibini yeniyor. Ama, A takımı şike ile 3 puanı aldığı için, ikincilikle yetinmek zorunda kalıyor.
Bu eylemi, hırsızlığa benzetsek, yanlış mı yaparız?
Hırsızlığın maddi unsuru ne idi?
“Başkasına ait bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak için, rıza olmadan almak.”
Mevcut bir malı almak hırsızlık da. Bir maç sonrasında elde edileceği muhtemel trilyonları kapmak hırsızlık değil mi?
A takımı şike yapmasa, B takımı büyük ihtimalle şampiyon olacak. Ve B takımı şampiyon olunca da, gerek Avrupa ve gerekse ülke içindeki birçok kaynaktan, trilyonlarla ifade edilen geliri kasasına koyacak.
Şike sonucunda, bu trilyonluk gelirler, B takımı yerine A takımının kasasına giriyor.
Dağdaki 500 TL’lik iki koyunu çalmanın cezası 3 yıl.
Trilyonlarla ifade edilen bir gelirin bir başka takım yerine, şike yapan takımın kasasına girmesinin cezası, 1 yıl.
Şimdi gelin izah edin bu işi.
Dört partinin milletvekillerinin izah edebileceklerini sanmam.
Bari, Cumhurbaşkanı, konuyu hukukçu uzmanlarına inceletsin de, bu eleştirimizi cevapsız bırakmasın.
Sadece hırsızlık değil. Ceza Kanunu’ndaki dolandırıcılığa da benziyor, şike suçu.
Kanun; dolandırıcılığı şöyle tanımlıyor:
Madde 157- Hileli davranışlarla bir kimseyi aldatıp, onun veya başkasının zararına olarak, kendisine veya başkasına bir yarar sağlayan kişiye bir yıldan beş yılakadar hapis ve beş bin güne kadar adlî para cezası verilir.
Demek ki, dolandırıcılığın unsurları; “hileli davranış”, ”herhangi bir kişinin zararı” ve ”bir başkasının yararı”nın varlığı imiş.
Şikede, bu üç unsur da yok mu?
Yukarıdaki örneğimize bakın.
Hile var. Parayı bastırıyor, maçın sonucu üç farklı şekilde olabilecek iken, garanti galibiyet oluyor. Bu, hilenin daniskası.
Şampiyonluk yarışındaki B takımının zararı var mı? Var.
Şike yaparak maçı kazanıp şampiyon olan takımın yararı var mı? Var.
Demek ki, dolandırıcılığın üç unsuru da şikede gerçekleşiyor.
“Ne olmuş yani? Dolandırıcılığının da cezası 1 yıl, şimdi yeni düzenlemede, şikenin de cezası 1 yıl, niye anlatıyorsun bu senaryoyu?” demeyin.
Dolandırıcılığın nitelikli halleri var. Suçun banka kullanarak işlenmesi vs. halinde ceza, üç yıldan başlıyor. Aynı ağırlaştırıcı unsurlar, şike suçunun basit halinde zaten var. Ama şikecilerin alacağı ceza, sadece 1 yıl!
Düşünün, bir kredi kartı hilesi ile 150 TL’lik dolandırıcılığın cezası 3 yıl. Şike ile trilyonları hortumlamanın cezası ise 1 yıl.
Makul mü bu uygulama?
Makul ise, onay versin hukukçular, imzalasın Sayın Cumhurbaşkanımız!

(Ali Karahasanoğlu, Yeni Akit, 2011-11-27

Çürük raporu sayesinde askerlikten yırtan Diyarbakır doğumlu Aziz Yıldırım,
şike hapsinden ise TBMM sayesinde yırtmak üzere.

Sanal Kumarın Gerçek Patronları

Medya patronları Aydın Doğan, Mehmet Emin Karamehmet ve Ferit Şahenk ile Şansal Büyüka’nın adının karıştığı sanal kumar skandalını ortaya çıkaran Yeni Akit, skandala ilişkin yeni bilgileri yayınladı. Sanal kumar oynatıp ilgili mevzuatı ihlal eden büyük medya patronlarının, kendilerine kesilen para cezalarını ödememek için bankalardaki sermayelerini yurtdışına kaçırmaya çalıştığı ortaya çıktı.

Aynı zamanda Türkiye’nin en zenginleri arasında yer alan medya patronlarının, internet ortamında kumar oynattıkları ve kurdukları sanal bayilerle ilgili yükümlülüklerini yerine getirmediği için ağır idari para cezasına çarptırıldığı ortaya çıkmıştı. Doğan’ın sahibi olduğu nesine.com’a 464 milyon 244 bin 74 lira, Şahenk’in sahibi olduğu oley.com’a 158 milyon 537 bin 261 lira, Karamehmet’e ait bilyoner.com’a 997 milyon 965 bin 454 lira ve Şansal Büyüka ailesine ait misli.com’a 128 milyon 652 bin 400 lira para cezası kesilmişti. Söz konusu şahısların, kendilerine kesilen bu para cezalarından kurtulmak için sitelerini yurt dışı kaynaklı göstermeye çalıştığı öğrenildi. Doğan, Karamehmet, Şahenk ve Büyüka’nın, bankalardaki sermayelerini ve serverlarını yurt dışına kaçırmak istediği, durumdan haberdar olan BDDK görevlilerinin duruma el koyduğu kaydedildi.

Türkiye Jokey Kulübü‘nün sanal bayilerine idari para cezaları kesildiğini ilk Akit duyurmuştu. Türkiye Jokey Kulübü ile yaptıkları sözleşmeler gereğince at yarışlarına ilişkin bahislere internet ortamında katılma olanağı sağlayan dört kuruluşun bulunduğu, bu kuruluşların Aydın Doğan’ın sahibi olduğu nesine.com, Ferit Şahenk’in sahibi olduğu oley.com, Karamehmet Grubu’na ait bilyoner.com ve Şansal Büyüka ailesine ait misli.com olduğu ifade edilmişti. Ancak bu dört sanal bayiinin yükümlülüklerini yerine getirmediğinin Maliye Bakanlığı’nca tespit edildiği kaydedilmişti. Hazırlanan raporlar doğrultusunda 4 firmaya idari para cezası verildiği kaydedilmişti. Para cezalarının tebliğ edilmek üzere ilgili firmalara gönderildiği vurgulanmıştı. Bilyoner.com (Bilyoner İnteaktif Hizmetler A.Ş.), 05.09.2003 tarihinde Libero İnteraktif Hizmetler A.Ş. unvanı ile, 400.000.000 TL sermaye ile kurulmuş. Şirketin unvanı 2006′da Bilyoner İnteaktif Hizmetler A.Ş. olarak değiştirilmiş.

(Yeni Akit, Şubat 2012

Sahte Bal Satanlara Gülünç Ceza

Gıda maddelerinin, meşrubatın denetiminin sadece bakanlığa ait olduğu, belediyelerin buna karışamayacağı iddiası ve bahanesi kocaman bir yalandan ve geçersiz bir bahaneden ibarettir.
Gıda maddelerini ve meşrubatı denetlemek öncelikle belediyelerin vazifesidir. Bu konuda çok açık ve seçik kanunlar bulunmaktadır. Kuracaklar tahlil laboratuarları, gece gündüz fabrikaları, atölyeleri, marketleri denetleyeceklerdir.
Bu vazifelerini yapmazlarsa vazifelerini ihmal etmiş ve halka karşı ağır suç işlemiş olurlar.
Halkın güvenini yitirirler, Hakk’ın gazabına uğrarlar.
Şu gülünç haberlere bakınız:
Sahte balcılar teşhir edilmiş.
Etiketinde yüzde yüz dana etinden üretilmiştir yazılı tavuklu sucuk üreten on firma teşhir edilmiş…
Sahte bal satanlar teşhirden korkar mı?
Bunların hemen tutuklanmaları gerekir.
Ağır cezalara çarptırılmaları gerekir.
Hattâ mallarına el konulması gerekir.
Yirmi sene kadar evvel şeftali isterim diye ağlayan küçük kardeşi için manavdan bir tek şeftali çalan fakir bir abla tutuklanmış ve cezaevine konulmuştu. Çok iyi hatırlıyorum, birkaç gün sonra bayram olmuştu da ailesi kızlarını ziyaret için hapishaneye gitmişti.
Yine birkaç dilim baklava çalan çocukların hapse atıldığını unutmadık.
Bir devlet büyüğüne yumurta atan çocukları ne yaptılar? Yakalayıp hapse attılar. Halkı zehirleyen bal, sucuk, peynir ve daha bin çeşit madde sahtekarlarının bir tek şeftali, birkaç dilim baklava çalan , bir iki yumurta fırlatan çocuklar kadar suçu yok mu?
Sahte ballardan milyon kazananlardan sekiz yüz lira ceza almışlar ve teşhir etmişler. Güler misin, ağlar mısın?
Böyle hukuk olmaz, böyle adalet olmaz, böyle ceza olmaz.
Sahtekarlık sadece ballarda mı, sucuklarda mı, peynirlerde mi? Hayır hayır, her şeyde sahtekarlık ve hilekarlık yapılıyor.
Devletin, ilgili bakanlığın, bütün belediyelerin ilk vazifesi halkın temel gıdası olan ekmekleri kontrol etmektir.
Marketten aldığınız simsiyah zeytinin boyalı olup olmadığı konusunda yemin edebilir misiniz?
Siz tahlil yapamazsınız, sizin laboratuarınız yoktur. Bu vazife bakanlığa ve belediyelere aittir.
Parça halindeki etlere yüzde 15 ile yüzde 25 nispetinde su ilave eden makineler varmış. Bundan haberiniz var mı?
Ya merdivenaltında üretilen bitkisel zayıflama, güzelleşme, saç bitirme, bel inceltme, gençleştirme, şehveti artırma sihirli ilaçları ne olacak? Bunları kim kontrol edecek?
Sahte, zararlı gıda maddeleri ve meşrubat konusunda medya da vazifesini tam yapmıyor.
Bu konuda mırıltılarla, zayıf şikayetlerle bir şey olmaz.
Manşetlerden 130 desibel şiddetinde haykıracak, bağırıp çağıracaksınız ki sağır kulaklar, sağır vicdanlar duysun.
Sayın ilgililer, sayın sorumlular, sayın vazifeliler, sayın bakanlıklar, sayın belediyeler. Başınızı yukarıya kaldırın da size nanik yapan sahtekârları görün.
Halkı korumayanlara yazıklar olsun!
Bir kenarcıkta sergi açıp üç beş lira kazanmaya çalışan seyyarları motorize ekiplerle perişan eden sayın belediyelerimiz niçin sahtekarları aynı motorize kuvvetlerle püskürtmüyor?
Niçin niçin niçin?

(Mehmet Şevket Eygi, Nisan 2012

Asker Kaçağı Başbakan Kimdi?

Bundan 65 yıl önce de, 2 milletvekilinin mazbatası iptal edilmişti. Asıl bomba bundan sonra patlamış ve bir CHP’li başbakanın asker kaçağı olduğu ortaya çıkmıştı. Bu başbakan, özellikle Fenerbahçelilerin yakından tanıdığı bir isimdir.

Geçmiş, bugüne öylesine benzer ki, bunun yanında suyun suya benzerliği hafif kalır” sözünü İbn Haldun günümüz Türkiye’si için söylemiş olmalı. Nitekim 65 yıl önce, yine bir seçim sonrasında ülke öylesine hararetli bir tartışmanın kucağına yuvarlanmıştı ki, çıkan yangını ancak 1950 seçimleri söndürebilecektir.

Demokrasi tarihimize “lekeli seçim” olarak geçen 1946 seçimleri Tek Parti döneminin çürümüşlüğünü bir ayna gibi yansıtan; ama aynı zamanda çeyrek asırdır ülkeyi keyfince yöneten, hesap sorulamayan elit bir kadronun iktidarı elde tutabilmek uğruna ne tür zorbalıklara başvuracağını gösteren çarpıcı bir örnek olmuştu. Halkın oylarına devlet zoruyla el konulmuş, DP’nin çoğunluğu aldığı yerlerde oylar CHP’ye ‘transfer edilmiş’ ve gayri meşru bir 4 yıllık iktidar dönemi kıra döke açılmıştı.

1946′nın Hatip Dicle’si Fener’in Gol Kralıydı

Türkiye 2. Dünya Savaşı sonunda bir diktatörlük görüntüsündeydi. Muhalif parti yoktu, sivil toplum bitirilmişti, gazeteler süresiz kapatılabiliyordu. ABD dünyaya “Ya benden yanasınız, ya Sovyetler’den” restini çekmişti. Hür Dünya’yı seçmiştik ama ABD, kanunlarımızın totaliter devletlerinkine benzediğini yüzümüze çarpınca ve yapacağı yardımı serbest seçimlere bağlayınca İsmet Paşa, rejimin iplerini gevşetmek zorunda kalmıştı.

Çıkarılan seçim kanunu evlere şenlikti. Açık oy, gizli tasnif uygulaması getirilmişti. Oyunuzu herkesin (yani devletin) gözü önünde sandığa atacaktınız ama sandıklar kapalı kapılar ardında sayılacak ve sonuçlar ancak devletlular tatmin edildiğinde açılacaktı. Sandık başlarında resmi olmayan tutanaklar tutulmuş ve seçimi büyük şehirlerde açık ara DP’nin kazandığı belli olmuştu. Ancak 3 gün sonra sonuçlar açıklandığında şaşkınlıkla görüldü ki, seçim CHP’ye kazandırılmış, İnönü dahi seçilemediği halde Meclis’e sokulmuştu.

Bu facia üzerine Celal Bayar, Fevzi Çakmak ve Adnan Menderes gibi Demokratların ağır topları sonuçları protesto etmiş, İzmir, Bursa ve Ankara’da on binlerin katıldığı protesto mitingleri düzenlenmişti. Halk tam Tek Parti kâbusundan uyandım derken, özgürlüğün tadını çıkaramadan iradesine zorbalıkla el konulduğunu görmenin acısını yaşıyordu. Ancak bu, daha gerginliğin ilk safhasıydı.

395 milletvekiliyle Meclis’e giren CHP, 66 koltuğa sahip DP karşısında ezici bir üstünlük kurmuştu. Bu şaibeli tablo yeterli görülmemiş olmalı ki, muhalefeti zayıflatmak üzere başka yollara başvuruldu. Mazbatalar o zaman Meclis tarafından onaylanıyordu. Abdurrahman Münib Berkman adlı bir avukatla Fenerbahçe ve Milli Takım’ın unutulmaz golcülerinden Zeki Rıza Sporel’in mazbataları CHP’lilerin oylarıyla iptal edildi. Zeki Rıza’nın veteriner subay olmasına rağmen Milli Mücadele sırasında Ankara’ya çağrıldığı halde gitmemesi gerekçe gösteriliyordu. Heyet-i Mahsusa, sağlık gerekçesini öne süren Sporel’in Kuva-yı İnzibatiye’ye katıldığını tespit etmiş ve askerlikle ilişkisini kesmişti. Böylece askerlikten atılarak kısmen kamu hizmetlerinden yasaklı olmanın milletvekili seçilmeye engel olduğu hükmüne varılmış ve mazbatası iptal edilmişti.

Asker Kaçağı Başbakan Kimdi?

Bu görüşme sırasında konuşan DP’li Refik Koraltan, kürsüden öyle sert açıklamalar yapacaktı ki, basında yankıları aylar boyu sürecek ve Milli Mücadele tarihinin karanlık sayfaları bir kere daha açılacaktı.

Refik Koraltan, Zeki Rıza gibilerinin görevden atılmasını amir 347 sayılı kanunun “idarî mahiyette bir tasfiye kanunu” olduğunu ve siyasî bir anlam taşıdığını belirtmişti. Üstelik kanunda hukukun temel ilkelerinden olan “Kanunlar makabline şamil olmaz”ın çiğnendiğini, kanun çıktığı tarihte suç sayılmayan bir fiilin suç sayıldığını belirtmiş ve mazbata iptalini uzun uzadıya eleştirmişti. Üstelik Sporel, Milli Mücadele yıllarında İstanbul’da kurulan M.M. grubunda çalışmış, Milli Mücadele’ye adam ve silah kaçırmak için ter dökmüştü.

Koraltan, hızını alamamış ve sonunda ağzındaki baklayı çıkarmıştı: Unutmayalım ki, demişti, o zamanlar Anadolu’ya davet edilip de gitmeyenleri, askerliğini yapmayanları saymaya kalkarsak listeye halen devlet hizmetinde çalışan memurları, profesörleri, hatta bakanları da katmamız gerekir.

Asker kaçağı bakanlar, öyle mi? Kuşkusuz basının bu konunun üzerine gitmesinden daha tabii bir şey olamazdı. Kimdi bu bakanlar? Basında günlerce devam eden sıkıştırmadan sonra Refik Koraltan nihayet o isimleri ifşa etmek zorunda kaldı:

Şükrü Saracoğlu, Hilmi Uran ve Emin Erişirgil, Milli Mücadele’den kaçmışlardır. Eski Maliye Bakanı Fuat Ağralı ise Milli Mücadele yıllarında işgalci devletler olan İtalya ve Yunanistan’ın pasaportunu taşımıştır.”

Şükrü Saracoğlu 16 yıl boyunca

Fenerbahçe Spor Kulübü’nün başkanlığını yapmıştı.

İşin garibi, bu bomba açıklamayı birkaç gün önceye kadar başbakan olan Saracoğlu asla yalanlamamış ve asker kaçağı bir başbakan olarak tarihe geçmiştir. Oğlunun bilet parasını ödeyerek stada girdiğini yazan Yılmaz Özdil bu konuyu da aydınlatsa ya! O günlerde Nadir Nadi, “Bu tatsız münakaşalar böyle uzayıp giderse yarın hangi isimlerin ortaya atılacağı ve neticelerinin nerelere varacağı kestirilemez” diye yazıyordu Cumhuriyet’te. Hakikaten de eski defterler bir kere açılırsa işin ucu nerelere varabilirdi?

Bunun üzerine DP’liler Meclis’i protesto edecek, Cumhurbaşkanı İnönü araya girip de ikna edinceye kadar sıralarını boş bırakacaklardı. Ne var ki, bütçe görüşmelerinde Başbakan Recep Peker’in Menderes’e psikopat demesiyle DP yeniden Meclis’i terk edecek ve bu büyük mücadele 1950′ye kadar sürüp gidecekti.

Eski Cumhuriyet yazarlarından Mehmet Kemal “Türkiye’nin Kalbi Ankara” adlı kitabında şöyle yazıyor: “İsmet Paşa ile hiç kimse hesaplaşamamıştır. İsmet Paşa TC’nin bütün vidalarını, çarklarını makineye takan adamdı.” Bugün 50 yıllık iktidarında İsmet Paşa’nın taktığı vidaları çıkarmaya uğraşıyoruz vesselam
 

Bitkisel Soygun

Tabiat boşluk kaldırmaz” kuralı sağlık sektöründe de işledi.
Tıbbın tedavi yöntemlerindeki kısır düşüncesi ve geleneksel tedavi yöntemlerini bütünüyle reddetmesi sağlık sektöründe üç kağıtçıları çoğalttı.
Bitkisel ilaç pazarı, bugün sağlık sektöründeki dar bakış açısı yüzünden dünyada yıllık 150 milyar dolarlık ticaret hacmine ulaştı.
Türkiye’de bu rakamın 600-700 milyon dolara kadar çıktığı tahmin ediliyor.
Eskiden bir şehirde bir ya da iki tane bulabileceğiniz aktarları şimdi neredeyse her mahallede görebiliyorsunuz.

***

Bugün alternatif tıp diye isimlendirilen bitkisel tedavi yöntemlerine olan rağbetin artmasının faturası hiç başka yerlere kesilmesin.
Vatandaşı buralarda çare aramak zorunda bırakan sağlık sektörünün ta kendisidir.
İnsanlar şifayı doktorlarda aramak yerine aktarlarda arıyorsa bunun suçunu, vatandaşın cehaletinde değil, devletin piyasayı başıboş bırakmasında ve sağlık sektörünün geleneksel tedavi yöntemini tamamen reddetmesinde arayalım.

***

“Bitkisel ilaç sektöründeki soyguna sektörden birileri neden dur demiyor” derken nihayet bu konuya el atan biri çıktı; Göğüs hastalıkları uzmanı Prof Dr Ahmet Rasim Küçükusta.
Prof Küçükusta, sektördeki yanlışları anlatmaya önce isimden başlıyor;
Tıbbın alternatifi yoktur ve olamaz ama alternatif tıp tabiri “galat-ı meşhur” (meşhur yanlış söz) olarak dilimize yerleşmiştir.
Ben alternatif tıp olarak adlandırılan tedavi yöntemlerini körü körüne reddetmiyorum.
Bunların bazılarının modern tıbbi tedaviler içinde yerlerini almaları elbette mümkündür. (mesela akupunktur, hipnoz, fitoterapi, yoga gibi).

***

Alternatif tıbbın farklı türleri içinde ülkemizde en çok rağbet göreni “fitoterapi” yani bitkilerle tedavidir.
Bizde de Lokman Hekim Tıbbı, geleneksel tıp veya koca-karı ilaçları gibi tabirler kullanılabilir. İyi niyetle, Allah rızası için yapılır ve bazen gerçekten de çok işe yarayan bir tedavi yöntemidir.
Bunların temelleri gözlemlere, dine, inançlara ve kültürlere dayanır.
Usta-çırak, hoca-talebe, baba-oğul ilişkisi ile öğrenilir.
Ürünlerini ilkel yöntemlerle kendileri hazırlarlar ve bunları genellikle hiçbir ücret almadan verirler.

***

Alternatif tıbbın giderek büyük kazanç sağlayan bir sektör olduğunun anlaşılmasıyla beraber de modern fitoterapi doğmuştur.
Eskiden ilkel yöntemlerle her kişi için özel yapılan bitkisel ürünlerin yerini seri olarak üretilen, ilaçlar gibi marka ve şık ambalajları olan ürünler alır olmuştur.
Bitkilerle tedavi, dünyanın kâr payı en yüksek sektörlerinin başında gelir; üç kuruşluk otlar yüzlerce liraya satılabilir.

***

Son senelerde bitki tedavisinde büyük bir kazanç kapısı olduğunu gören “kerameti kendinden menkul uyanıklar” türemeye başlamıştır.
Bunlara daima ‘Hocam‘ şeklinde hitap edilir.
Duygu sömürüsü yanında din sömürüsünü de mükemmel becerirler.
“Evelallah” veya “Allah’ın izniyle” gibi ifadeler ağızlarından hiç düşmez.
Bazıları sarışın güzel kadın programlarında, bazıları ise uydu üzerinden yayın yapan kanallarda sıkça boy gösterirler.

  1. Fitoterapi, (Bitkilerle tedavi) ağızları iyi laf yapan şarlatanların ellerine teslim edilmemesi gereken geleneksel bir tedavi yöntemidir.
  2. Modern tıp, bitkilerle tedaviyi görmezden gelmemeli, ona sahip çıkmalıdır.
  3. Yetkililer, insanları bitkilerle aldatan bu kişilerin serbestçe reklâm ve satış yapmalarını önleyecek kanuni tedbirleri acilen almalıdır.
  4. Reyting ve tiraj peşindeki medya, sorumluluğunu bilmeli ve bu kişilerin emellerine alet olmamalıdır.

Vatandaşın bu üçkağıtçılar tarafından sömürülmesine daha fazla izin verilmesin.
Şahsınıza yapılan kötülüğü affedin, milletinize yapılanı affetmeyin. Hz. Ali (ra)

(Yaşar Süngü, Yenişafak, Ağustos 2011

Son yıllarda ilaçlardaki tehlikenin farkedilmesiyle,
sömürü düzeni bitkisel tedavi ve ürünlere doğru yönelmiştir.

1 Liralık Banka Borcu 28 Bin Lira Oldu

Yozgat’ın Şefaatli ilçesinde çiftçilik yapan Bekir Kara, aldığı traktörden dolayı kullandığı 3 bin 500 TL’lik kredi karşılığında bankaya 5 bin 200 TL borç ödedi. Borcunun 1 TL’sinin unutulduğunu belirten Kara, bankanın bu 1 TL için kendisinden 4 yıl sonra 28 bin TL istediğini söyledi. Kara, konunun 40 celsedir mahkemede olduğunu belirtti.

Ziraat Bankası Şefaatli Şubesi’nden 1997 yılında 3 bin 500 TL kredi kullanarak traktör satın alan ve 2003 yılında borcunu ödeyen Bekir Kara’ya (78), 2007 yılında bankadan gelen tebligatta 1 lira borcunun kaldığı bunun da faiziyle birlikte 28 bin TL olduğu bildirildi. Borca itiraz eden babası Bekir Kara’nın 2010 yılında vefat ettiğini belirten Fatih Kara (38), şimdi de sorunla kendisinin uğraştığını söyledi.

Fatih Kara, yaşadıklarını sorunun, babasının 1997 yılında aldıkları traktör için Ziraat Bankası Şefaatli Şubesi’nden 3 bin 500 lira kredi kullanması ile başlatığını belirtti. Kredi borcu zamanında ödeyemediklerini, bu yüzden 2004 yılında bankanın icra işlemi başlatmasının ardından o tarihte bankaya giderek toplam 5 bin 200 TL’yi ödeyerek borçlarını kapattıklarını ifade eden Kara, bundan sonra olanları şöyle anlattı:

Bankaya traktör için 5 bin 200 TL ödedik. Biz ödediğimiz bu para ile toplam borcumuzu kapattığımızı zannetmişiz. Ama bizim bankaya borcumuz 5 bin 201 TL imiş. Banka ödenmeyen 1 lira için aradan geçen 4 yıl sonra faiziyle birlikte 28 bin TL olarak icra işlemi başlattı. Biz de bunun yasal olmadığını düşündüğümüzden itiraz ettik. Banka da bizi mahkemeye verdi. Mahkeme 4 yıl sürdü. Davayı biz kazandık. Daha sonra banka kararı temyize gönderdi ve yeniden mahkeme süreci başladı. O mahkeme sürecinde babam rahmetli oldu. Biz de davayı takip edemedik. Bu yüzünden de davayı kaybettik. Mahkeme 4 bin 999 lirası faiz, 1 lirası da ana parası ödesin diye karar vermiş. Biz onu kabul ettik ödeyecektik. Fakat banka tekrar anaparası 1 lira olan bu borcu, 28 bin TL olarak bize ödeme emri gönderdi. İpotekleri satışa çıkaracağını, traktörü satacağını bildirir şeklinde yazı gönderdi. Biz bu kadar borcumuz olmadığı yönünde tekrar itiraz ettik. Şu anda yeniden mahkeme olacağız. Kim kazanır bilmiyoruz.

Devlet yetkililerinden kendilerine yardımcı olmalarını isteyen Kara, bankanın 1 lira olan borcu 4 yılda 28 bin TL’ye nasıl yükselttiğini merak ettiğini belirtti. Kara, “Bizim avukat tutmaya gücümüz yok. Karşındaki devlet bankası biz onlarla mücadele edemeyiz. Biz kendi imkanlarımızla mücadele ediyoruz ve onu da kaybediyoruz. Bir duruşmaya gelmediğin zaman karar çıkıyor. Her zaman da her duruşmaya gelemiyorsun. Bizim bu duruşma 40 celse civarında sürdü ve hala devam ediyor. Devlet büyüklerimizden bu konuyla ilgilenmelerini istiyoruz. 1 liranın, 28 bin TL olduğunu Türkiye’de matematik uzmanı izah edecek bir kişi varsa bunu izah etmesini istiyoruz.” çağrısında bulundu.

Ziraat Bankası Şefaatli Şubesi Müdürü Osman Morgül ise telefonda yaptığı açıklamada, konudan haberdar olduğunu söyledi. Morgül, “Mahkeme Bekir Kara’nın 4 bin 999 TL ödemesi yönünde bizim lehimize karar verdi. Fakat bankamız alacağının neden hepsini almasın ki, bu bankamızın en doğal hakkıdır.” iddiasında bulundu. Banka Müdürü, şu anda Kara ailesinin de karara itiraz ettiğini ve davanın sürdüğünü sözlerine ekledi

Vakıf Mallarına El Uzatanlara Lânet

Yakın tarihimizde muazzam miktarda vakıf taşınmazı yok olmuştur, yok edilmiştir. Hayır işleri için vakf edilmiş olan nice arazi kapanın elinde kalmıştır.
Dünya adaleti bunların hesabını sormamıştır, soramamıştır. Peki bu vakıf yağmasının ve soygununu dosyaları kapanmış mıdır?
Hayır!
İlahî adalet bunların hesabını hem dünyada, hem âhiretteki Mahkeme-i Kübra‘da soracaktır.
Vakfedilen malların vakfiyelerinde lanet şartı vardır. Mesela, Cennetmekan Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri, Ayasofya Cami-i Kebiri vakfiyesine “Benim bu camimin vakfını bozanların üzerine Allahın, insanların, meleklerin laneti olsun” mealinde bir cümle koydurtmuştur.
Bu lanet Türkiye’nin tepesinde, çürük bir ipe bağlanmış keskin bir kılıç gibi sallanmaktadır.
Vakıf lanetleri devleti, ülkeyi, halkı çepeçevre sarmıştır.
Yakın tarihimizde vakıflar hukuku ayaklar altına alınmıştır.
Camiler satılmıştır.
Mescitler satılmıştır.
Medreseler, taş mektepler, imaretler satılmıştır.
Nice hayrat vakfı yıkılmıştır.
On binlerce camimizdeki kıymetli eski antika halı ve kilimler yok edilmiştir.
Türbelerdeki bazı kıymetli eşya yok olmuştur.
Ok Meydanı’ndaki vakıf arazine ne oldu?
İstanbul vilayet binası yakınındaki Gümüşhânevî dergâhı (Fatma Sultan Camii) hiç gerekmediği halde yıktırılmıştır.
Yeri boş duruyor, Karaköy’de, Sultan Abdülhamid Han’ın ser-mimarı Raimondo d’Aranco’ya yaptırtmış olduğu caminin yerinde yeller esiyor.
Vakıf mallarına, vakıf arazilerine göz dikenler, dünyada rezil ve rüsvay olur.
Vakıf mallarından elde ettikleri servetler, zenginlikler onlara bela olur.
Lanetler peşlerini bırakmaz.Lanetin ne korkunç bir şey olduğunu bilmeyenler, bilen hocalara sorsunlar.(M. Şevket Eygi, 2012-05-19

Deniz Kuvvetleri’nde Alengirli İşler

Başta Deniz Kuvvetleri olmak üzere yolsuzluk iddiaları ortaya saçılmış durumda. Vatan millet sakarya meselelerin asker sivil parantezinde tartışabiliriz. Bir soruşturmadan bir diğer soruşturmaya, bir davadan bir başka davaya askeriyenin içindeki darbe teşebbüslerini konuşup duruyoruz. Bunu yaparken genelde olayın siyasi yönünü ele alıp tartışıyoruz. Bu konuşmalar sırasında askeriyemizin içinde olan ve üstü örtülen çok önemli br konuyu her seferinde es geçiyoruz. Oysa bu konunun öyle vatanla milletle, ulvi değerlerle, hatta laiklikle bile ilgisi yok.

Siz deyin yolsuzluk ben diyeyim hırsızlık, askeriyemizi kene gibi kemiren önemli bir hastalığın var olduğunu da artık anlıyoruz. Türkiye bütçesinin en büyük harcama kalemi savunma giderlerinden oluşuyor. Bu harcamayı askerler yapıyor, askerler denetliyor. Siviller yasal olarak ‘Bu paraları nereye ve nasıl harcadınız?’ sorusunu soramıyor, denetleyemiyor. Emir komuta zincirinin bir halkası olan askeri hâkimlere ve savcılara iş düşse de sistem öylesine ellerini kollarını bağlamış ki pek çok yolsuzluk ve hırsızlık soruşturması ya hiç açılmıyor ya da açılsa bile hemen kapatılıyor. Bunun en somut örneğini yakın zamanda çıkan iki ayrı kitapta görüyoruz. İlkini bu köşede birkaç defa daha yazmıştım, Emekli Koramiral Atilla Kıyat ‘Üç Yıldız Bir Penaltı’ kitabında bu yolsuzlukları dile getiriyordu. İkincisini ise emekli Oramiral Özden Örnek’e ait olduğu iddia edilen günlüklerden oluşan, Alper Görmüş’ün yayımladığı İmaj ve Hakikat kitabında okuyoruz. Deniz Kuvvetleri’nin bu iki üst düzey komutanı da ordu içinde büyük yolsuzluk dosyalarından ve bunların üzerinin örtülmesinden yakınıyor. Gereksiz gemi alımları, ihaleye fesat karıştıran müteahhitler, askerlerin arasında oluşturulan rüşvet ağı, emir komuta zinciri içinde üzeri itina ile örtülen dosyalar. Daha neler var neler

Durum öyle bir noktaya gelmiş ki kimi işadamları ordunun içindeki atamalara bile müdahale edebiliyorlar. Kulis yapıyor, kendi istediği komutanların işin başına geçmemesi için dedikodu çıkartıp iftira bile atabiliyorlar. Okuduğumuz bu ciddi iddiaları konuşamıyoruz. Savcılar görmüyor, siyasiler görmezden geliyor. Ordunun içindeki bu iddiaları konuşmanın orduyu zayıflatacağından korkuluyor. Anlayacağınız eski dönem alışkanlıkları devam ediyor! Bu tür yanlış alışkanlıklar orduyu kene gibi kemiren hırsızlara görünmeyen bir koruma kalkanı sağlıyor. Savcıların ve siyasetçilerin görmezden geldiği bu iki kitap bize bu ülkenin en büyük harcama kalemi olan savunma harcamalarındaki yasal boşlukları bir kez daha hatırlatıyor. Harcamaların sivil denetim altına alınması gerektiğini fısıldıyor. Başta Deniz Kuvvetleri olmak üzere yolsuzluk iddiaları ortaya saçılmış durumda. Vatan millet sakarya meselelerini asker sivil parantezinde tartışabiliriz. Hırsızlığın ise tartışılacak hiçbir yanı yok. Sivil de olsa asker de olsa hırsız hırsızdır. Sivil hayatta hırsızlık adi bir suçtur, askeriyenin içindeki hırsızlık ise vatana ihanettir.

(Cüneyt Özdemir, Nisan 2012

Sel Gider Sistem Kalır

Eski parayla bir katrilyon.
Yeni parayla bir milyar lira.
Dolarla söylersek yaklaşık 600 milyon dolar.
Yüz devlet ihalesinden elde edilen vurgunun parasal karşılığı bu.
Çok hükümetler geldi, çok hükümetler gitti, çok kavgalar yaşandı, çok dövüşler oldu ama soygun hiç bitmedi, hiç bitmiyor.
Yaşanan bütün kavgaların asıl nedeni de bu zaten.
İktidara gelen, taraftarlarına devlet kesesinden büyük paralar dağıtma imkânına kavuşuyor, iktidarın asıl çekiciliği parayı dağıtma mekanizmasının kontrolünü ele geçirebilmesinde.
Bu ülkede medya denen garabet neden köpek eniği gibi “korkuyorum, korkuyorum” diye iktidarın ayakları dibinde yuvarlanıp duruyor, çünkü onlar da bu paradan pay almak istiyorlar.
Ortada, halktan topladığın ama halkın denetlemesine izin vermediğin büyük bir para olduğunda her şey çarpılır.
Ne savaş biter, ne çete biter, ne kavga biter.
Demokrasi dediğiniz şeyin özü, halkın devlete verdiği paranın harcanmasını kontrol edebilmesidir.
Demokrasi oradan başlar.
Demokrasi istemeyenler niye istemez demokrasiyi?
Çünkü paranın denetimini halka kaptırmaktan hoşlanmaz.
Devlet parayı canının istediğine dağıtabildiğinde, devletin başına geçen adam da herkesin “patronu”olur, böyle lüksü kim kaybetmek ister?
Demokrasi ve temizlik sözü veren AKP, ihale yasasını kaç kere değiştirdi biliyor musunuz?
On sekiz kere.
Niye?
Çünkü Avrupa Birliği standartlarını Türkiye’de geçerli olmasını istemiyor.
Avrupa Birliği, kendi ihale yasasında özellikle iki meseleyi kesinleştirmek istiyor, birincisi paranın harcanmasını şeffaflaştırmak, ikincisi de bu şeffaflık sayesinde yapılacak binaların, yolların, hastanelerin, okulların, barajların sağlamlığını, dolayısıyla da insan hayatının güvenceye alınmasını sağlamak.
Söyleyin bana, insan hayatını güvenceye almak isteyen bir düzen neden Türkiye’de kabul edilmez?
“Avrupa Birliği yasaları insan hayatını güvenceye almıyor” diyebilecek bir AKP yöneticisi var mı?
Yok.
Zaten onun için bu konuyu gündemin dışında tutuyorlar.
Muhalefet de sesini çıkarmıyor çünkü bu karanlık sistemin içinde onların müteahhitlerine de pay düşüyor.
Medya da sesini çıkarmıyor çünkü o da bu paralardan biraz tırtıklamak peşinde.
Biz, parayı, ihaleyi, devlet harcamalarını şeffaflaştırmadığımız sürece burada gerçek bir demokrasi de kuramayız, gerçek bir hukuk sistemi de kuramayız.
Bakın, askerî vesayete karşı en çok dövüşmüş parti olan AKP, iş paraya gelince ordunun harcamalarının şeffaf olmasına, halkın gerçekleri bilmesine izin vermedi.
İş paraya gelince, orduyu halka tercih etti.
Oyu ve parayı halk veriyor ama o paranın ordu tarafından nasıl harcandığını bilemiyor.
Paranın harcanmasını bir karanlık içinde tuttuğunuz sürece bir Ergenekon biter bir başkası başlar, askerî vesayeti siyasette geriletir ama parasal konularda ona teslim olursunuz, iktidar mücadelesinde her türlü kolpoyla karşılaşırsınız.
Sadece şu son olayda yüz ihalede yolsuzluk tesbit edilmiş.
Bu, tek bir dosya.
Daha başka neler olduğunu da Allah bilir.
Girdiğiniz kaç devlet binasında, çocuğunuzu gönderdiğiniz kaç okulda, üstünden geçtiğiniz kaç yolda malzemeden çaldıklarını biliyor musunuz?
Bilmiyorsunuz tabii, nerden bileceksiniz?
Bizim gazeteyi okumayan milyonlarca insan şu anda yüz ihalede vurgun yapıldığı konusunda en küçük bir fikre sahip değil.
Ortak bir sessizlikle soyuluyorlar.
Dindarı dinsizi de hiç fark etmiyor, hepsi susuyor, Erdoğan “dindar nesil yetiştirmek” istiyor ama o dindarları görüyoruz işte, ağızlarını bile açmıyorlar soygun haberleri karşısında, bizim dindar ya da dinsiz nesillere değil, özgür ve şeffaf bir ortamda yetişmiş “dürüst” nesillere ihtiyacımız var bence.
Dindarımız bol da dürüstümüz pek yok nedense.
“Bütün dindarlar dürüsttür” diyen biri varsa bana medyada Uludere’ye ve ihale yolsuzluklarına karşı çıkan, gerçeklerin aydınlatılmasını isteyen “dindar” yazarlar göstersin.
Bu sistem fersudeleşmiş.
Bunu kenarından köşesinden düzeltemezsiniz, temelinden değiştirmek zorundasınız, eşitliği, özgürlüğü, hukuku, demokrasiyi, şeffaflığı istemek zorundasınız.
Yoksa hükümetler gelir, hükümetler gider.
Soygun hep sürer, hep sürer.

***

KURTLARIN SESSİZLİĞİ

Bazen, sabahleyin diğer gazetelere bakarken “acaba biz başka bir ülkede mi gazete çıkartıyoruz” diye düşünüyorum.
Önceki gün polis, Kamu İhale Kurumu’nu bastı.
Birçok yöneticiyi gözaltına aldı.
Karayolları, Devlet Su İşleri gibi büyük devlet kuruluşlarının da aralarında bulunduğu kurumların düzenlediği kırk ihaleye fesat karıştırıldığını iddia etti.
Ve, dün bu haber bizden başka hiçbir gazetede manşet olmadı.
Diğer gazeteler bu haberi yeterince önemli bulmamışlardı.
Bugün haberle ilgili diğer ayrıntılar da ortaya çıktı.
Fesat karıştırılan ihale sayısının yetmişe yükseldiği açıklandı.
Bu iddialarla ilgili olarak iki büyük müteahhit hakkında yakalama kararı çıkarılmış, sınırlar uyarılmıştı.
Aranan müteahhitlerden biri Kasımpaşa Spor Kulübü’nün ikinci başkanıydı.
Diğerinin Kuzey Irak’ta bir milyar dolarlık yatırımı olduğu söyleniyordu.
Ankara-Konya Karayolu gibi kapsamlı ihaleler almışlardı.
Herkes başka işlerle uğraşıyordu ama bu devlet ihaleleri sistemin kara deliklerini oluşturuyordu.
Bu “kara delikleri” öyle kapkara tutmakta da iktidar partileriyle muhalefet partileri anlaşıyorlardı.
Çünkü siyasetin finansmanı önemli ölçüde “müteahhitler” tarafından karşılanıyordu.
AKP, Avrupa Birliği’nin “ihale yasasını” kabul etmemekte çok direndiği halde muhalefetten bu konuda hiç ses çıkmadı.
İktidar partisi, ihale kanununu defalarca değiştirdi, hiçbir muhalefetle karşılaşmadı.
Hiçbir parti ya da yayın organı ona, “Neden AB’nin ihale yasasını kabul etmiyorsun” diye sormadı.
Bakın, hemen hemen bütün depremlerde en çok devlet binaları yıkılır.
Niye?
Çünkü devlet ihaleleri bir çiftliktir, bu ihalelerle yapılan binalar, okullar, yollar, barajlar Avrupa standartlarına uymazlar, kullanılan malzemeler gerektiği gibi denetlenmez, çürük çarık yapılara devlet hazinesinden milyonlarca lira aktarılır.
Halkın parası çalınır ama daha önemlisi halkın canı çalınır.
O yıkılan binalarda insanlar ölür.
Kimse aldırmaz.
Partiler aldırmaz.
Gazeteler aldırmaz.
Halk dediğin nedir ki, milyonlarca insan, biraz ölseler ne olur, koskoca politikacılarla gazeteciler onlarla mı uğraşacak.
Uğraşmazlar.
Siz hiç ihale yasasıyla ilgili bir tartışma dinlediniz mi, siz Avrupa Birliği’nin ihale yönetmeliğiyle Türkiye’nin ihale yönetmelikleri arasındaki farkları biliyor musunuz, niye aramızda böyle farklar olduğunu anlatan bir politikacıya rastladınız mı?
İzninizle size iki soru sorayım.
Türkiye mi yoksa Avrupa Birliği mi insanlarını daha çok önemser?
Türkiye’nin ihale yasasının Avrupa Birliği’ninkinden farklı olması burada yaşayan insanların lehine midir değil midir?
Bu soruların cevabı, yaşadığımız ülkenin sistemini tabak gibi ortaya koyar.
Burası insanını önemsemeyen bir sistem kurmuştur, insanlarını öldürme pahasına müteahhitlerini zengin etmeyi tercih eder, o müteahhitlerin paralarının bir kısmı da partilerin kasalarına bağış olarak akar.
Bir de düşünün ki bizim yasaların ve yönetmeliklerin entipüftenliğine rağmen bu yasalara uymayanlar var, bunu düşündüğünüzde işin vahametini daha iyi kavrarsınız.
Bu son “ihale operasyonunda” rüşvet belgelerinin ele geçtiği ileri sürülüyor.
İşin en matrak tarafı da rüşveti aldığı iddia edilen insanlar, bu tür yolsuzlukları önlemek için kurulmuş bir kurumun yöneticileri.
Bizim dün iç sayfadaki başlıkla söylersek, “kurda kuzuyu emanet etmişler”, etrafta bu kadar çok kurt olunca kuzuyu da kurda vermek ortak bir eylem olur elbette.
Yesin kurtlar kuzuyu, kimin umuru.
On yıldan beri iktidarda olan AKP’yi “e hadi” diye boşuna iteklemiyoruz, AKP sistemin hoşuna giden yanlarını değiştirmeye yanaşmıyor çünkü.
İhale yasası niye değişmez?
Niye Avrupa standartlarına uyum sağlanmaz?
Askerî vesayet mi engel, Ergenekon mu engel, bu yasayı değiştirince askerî vesayet mi gelecek?
Niye değiştirmiyorlar?
Müteahhide insan canından daha çok önem veriyorlar da ondan değiştirmiyorlar.
Muhalefetle medya da onlara katılınca, yolsuzluğa yol alabildiğince açılıyor.
“Yetmiş devlet ihalesinde yolsuzluk var” deniyor, medyada heyecanlanan yok.
Bu da “özel şartlara sahip” Türkiye’nin liberalizm anlayışı herhalde:
Bırakınız yıkılsınlar, bırakınız ölsünler.
Ölüyorlar zaten.
“Kurtların sessizliği” böyle devam ederse daha da ölecekler.

(Ahmet Altan, Şubat 2012

İnternette Kumarın Yeni Adı Forex

100 dolarınız bir haftada nasıl 5000 dolar olur?” şeklindeki reklamlara inanan binlerce kişi Forex’in mağduru oldu. İnsanların “Kolay para kazanma” hayallerini kullanan Forex siteleri, verdikleri reklamlarla “küçük meblağlı paralarınızı birkaç günde binlerce dolara çevirmeyi” vaad ediyor. Bu sahte vaadlere kolayca kanan binlerce kişi ise ellerindeki paraları da yitiriyor.

FOREX NEDİR?

İngilizce “Foreign Trade” kelimelerinin kısaltması olan Forex’i uzmanlar, bir milletin para biriminin bir başka milletin para birimiyle takas edilmesine olanak sağlayan, internet üzerinden yapılan bir döviz alışverişi olarak tanımlıyor. Bütün dünyada döviz parite fiyatları bu piyasada belirleniyor. Forex işlem hacmi bakımından dünyanın en büyük finansal piyasası.

Borsa kumar masasında en yükseğe çıkıp ardından yere çakılma ihtimali de var !

Burada günlük işlem hacmi 1.5 ile 3 trilyon dolar arasında değişiyor. Fiziksel bir değiş tokuşun olmadığı, bütün işlemlerin internet üzerinden yapıldığı piyasa, Türkiye’de aracı kurumlarla temsil ediliyor. Ancak Forex piyasası herhangi bir düzenlemeye tabi olmadığı için bugüne kadar yüz binlerce mağdur yarattı. Türkiye’de herhangi bir kurumun denetlemediği Forex, insanları cazip kaldıraç sistemiyleağına düşürüyor. Bu sisteme göre siz 1000 dolar paranızla 100 bin dolarlık döviz alış verişi yapabiliyorsunuz. Bazı aracı kurumlar 1′e 400 oranlarında kaldıraç imkanı veriyor. Bu sistem, teknik olarak inanılmaz kar etme şansı tanıyor. Ancak bu ayna zamanda aynı oranda zarar etme ihtimalini de doğruyor.

Forex sistemi ile döviz alım satımı yapmak caiz midir?

Forex, gerçek döviz alım satımı değildir. Çünkü bu piyasada bütün işlemler hayalidir. Olmayan bir dövizin hesaba geçirilmesiyle başlatılan işlem, olmayan dövizlerin takasıyla devam eder. Bu hayali alım satımlardan doğan kâr veya zarar gerçekmiş gibi hesaba geçirilir. Şirkete yatırılan para, sadece meydana gelebilecek zararı tahsil için alınan teminattır. Her zaman kazanan ve asla zarar etmeyen de forex firmasıdır. Bunlar ticaret değil, batıl yani gerçekte olmayan hayali işlemlerdir. Bu yolla elde edilecek kazanç haramdır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Müminler, mallarınızı aranızda bâtıl işlem karşılığında değil, rızaya dayalı bir ticaretle yiyin. Kendinizi öldürmeyin; Allah size karşı merhametlidir. Kim bunu, sınırı aşarak ve yanlışa saparak yaparsa onu bir ateşe sokarız. Bu, Allah’a kolaydır.” (Nisa 4/29-30)

(Süleymaniye Vakfı, 2009
 

Yoga Çakra Reiki

Milli Eğitim Bakanlığı‘nın, artık nereden icap ettiyse; okul öncesi ve ilköğretim okullarında, Yogaya seçmeli ders olarak yer vermesi, tartışmaları da beraberinde getirdi.
Gerek Milli Eğitim;
Bu yoga da nereden çıktı? denilerek eleştiriliyor, gerek yogacılar, birbirlerini yerden yere vuruyor! Çünkü bu işte iyi para var, iyi rant var!
Dünkü Akit’te, Yoga Akademy tarafından yapılan bir açıklamaya yer verildi.
Açıklamada denildi ki;
Bazı gazetelerde, Hinduizm ve Budizm tarikatlarına mensup sözde yoga eğitmenleri tarafından çocuklara hiçbir bilimsel dayanağı olmayan, hatta onlara fiziksel ve ruhsal olarak zarar verebilecek hareketlerin ve öğretilerin uygulatıldığını üzülerek basından izliyoruz.
Açıklamanın devamında; Türkiye’de faaliyette bulunan Hinduizm ve Budizm tarikatlarının, yogayı sadece bir paravan olarak kullandıkları da ifade edildi.
Şu hâle bakın; kendi tarikatlarımız yetmedi, şimdi de tarikat ithal ediyoruz

Hintli tarikat lideri Shiri Mataji, İtalya’da 88 yaşında öldü, 2011.
Allaha secde etmekten hicap duyan utanmazlar Shri Mataji’ye secde ediyorlar.

Yoga denilince, benim aklıma Shri Mataji adlı çam yarması kadından başkası gelmiyor. Malûm, bu kadın, Nisan 2002′de Türkiye’ye gelmiş ve o güne kadar alnı secde görmemiş sosyetik kadınlar, bu kadının ayaklarına kapanmışlar ve resmen önünde eğilip secde etmişlerdi.
Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’na; vinç ile mi, yoksa forklift ile mi indirildiği belli olmayan bu çam yarması kadın, salonda toplanan 3 bin 500 kişiyi yoga seansı ile aydınlatmıştı!
Shri Mataji adlı çam yarmasını Türkiye’ye davet eden Sağlıklı Yaşam Derneği yetkilileri, daha sonra, Kilyos’ta sadece üyelerinin katıldığı özel ayinler yapmışlar, bu ayinlerde Mataji’nin, su yüzü görmeyen ayaklarını yıkamışlar, sonra da bu ayak suyunu kana kana içmişlerdi!
Mataji’nin yaptığı şuydu:
Herkes, ellerini uzatıp, başlarının üzerinde gezdirsin, içlerindeki pozitif ve negatif enerjiyi hissetsin! Bunu yapanları tebrik ediyordu Mataji ve ekliyordu;
Artık, hepiniz aydınlandınız!
İşte bu sahtekârlıklara, işte bu üçkâğıtçılıklara, bu millet, özellikle de sosyetenin önde gelenleri avuçlar dolusu para ödüyor ve işin garibi, bazı yaşam koçlarının cinsel isteklerine boyun eğip, onlarla yatağa giriyorlar!

TELEVİZYONDAKİ ŞARLATAN !

Enerji dedim de, aklıma geldi. Birkaç ay önce, televizyonda izlemiştim.
Bioenerji uzmanı olduğunu söyleyen şarlatanın biri, ellerini bir cam kâsenin üzerinde dolaştırıyor, şimdi ne yapıyorsunuz? diye soran sunucuya; Enerjimi boşaltıyorum diye cevap veriyordu!
Enerjisini boşalttıktan sonra, almıştı çakmağı eline ve kâseye tutmuştu.
Aaa o da ne?
Kâsenin içi yanmaya başlamıştı.
Şarlatan, bioenerjisini göstermiş olmanın mutluluğu ile demişti ki;
Vücudumdan çıkan enerji, gaza dönüştü ve işte gördüğünüz gibi yandı!
Ya sonra?
O an, şarlatanın hesap edemediği bir şey oldu. Televizyon kameramanı, bu adamın, küçük bir tüpe çakmak gazı doldurduğunu, bunu da çorabının içine gizlediğini görüntüledi.
Tüpün ucunda ince bir hortum vardı. Hortum pantolondan yukarı çıkıyor, gömlekten, ceketin koluna uzanıyor ve adam hareket ettikçe de, gaz kâsenin içine boşalıyordu!
Sizin anlayacağınız;
Kâsenin içinde alev alan bioenerji filan değil, çakmak gazıydı!
Bunu niye anlattım?
İstedim ki, bu tür şarlatanlara, sahtekârlara, üçkâğıtçılara, soytarılara ve işi ırz düşmanlığına vardıran sütübozuklara aldanmayın!
Çünkü, bu işler, bazı sahtekârlar tarafından bir gelir kapısı haline getirilmiş, bazıları tarafından da kadınlarla cinsel temas aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır

BURSA’DAKİ ŞEYH BOZUNTUSU !

Bunun yoga veya çakra ile ilişkisine geçmeden önce Bursa’dan bir örnek vermek istiyorum. Malûm, Bursa’da Uğur Korunmaz adlı bir adam; Nitelikli cinsel saldırıda bulunmak, tarikat kurmak ve tarikatın baş mevkiinde bulunmak gibi suçlamalarla; 14 Aralık’ta Bursa 3. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından 6 yıl hapis cezasına çarptırılmış ve hapse atılmıştı. İşte bu adam, 19 Eylül 2011′de çıkarıldığı ilk duruşmasında demişti ki;

Bunların tamamı tarikatın gerektirdiği bir usul ve çabadır! Tarikata girerken bunların hiç birinden bahsedilmez. Uzun süreli sohbetler sonunda cinsel içerikli konular kendiliğinden oluşur. Müride ibadet için verilen ve adına ‘virt’ denilen zikir içeren sözler belirli süre tekrar edilir. Ve bunu yapan kişi kendiliğinden cezbedilerek gelir. Benden badelenme ya da cinsel ilişki talep eder. Bunları kabul etmeme gibi bir tercihim olamaz!

Yuh ki, ne yuh!
Ulan, tarikat dediğin, yoldur!
Senin tuttuğun, nasıl bir yoldur ki, baştan aşağı sapıklık dolu!
Bu, ne menem tarikattır, bu ne menem şeyhliktir ki; gözün uçkurdan başka bir şey görmüyor.
İşte o müritlerden bir kadının anlattığı mide bulandırıcı olay:

Eşimin ısrarları üzerine, çocuğum ortada kalmasın, yuvam dağılmasın diye kendimi ateşe attım ve dergaha gittim. Uğur Korunmaz, bir yıl kadar sonra beni sır odasına kabul edip, badelenmem gerektiğini söyledi. Anlatırken midem bulanıyor. Sonra bana okuyup üflediği suyu içirdi. Suyu içtikten sonra hareketlerimi kontrol edemez hale geldim ve hocanın istediğini yapmak zorunda kaldım. Hem badelendim, hem cinsel ilişkiye girdim.

Hadi, bu kadın cahildir, aptaldır, saftoriktir! Peki, şeyh bozuntusu olan senin yaptığın ne? Bu yaptığın, bir fırsatçılık ve dahi sapıklık değil mi?
Allah cezanızı versin!
Sizin gibi sapıklar, sizi gibi şarlatanlar, sizin gibi soytarı ve uçkur düşkünü adamlar yüzünden, yüce dinimize alçakça saldırılar yapılıyor!
Madem kadın düşkünüsünüz, bu işe niye dini, niye tarikatı karıştırıyorsunuz?
Şu hâle bakın;
Adam, o suyun içine artık ne koyuyorsa, suyu kadınlara içiriyor, sonra da kadını uyutup iğrenç emellerine ulaşıyor!
Yuh ki, ne yuh!
Ama, durun daha bitmedi.
Tabii, kabahat sadece onlarda değil. Kabahat, biraz da kadınlarda. Ali Kalkancı’lar gibi sahtekârlar görmüş bir ülkede, bu ne cehalettir ki; dinsel işlere cinsel işlerin bulaşmayacağını bilmezler!
Söyleyin Allah aşkına;
Dinsel işlerle ilgilenen bir adamın, zina gibi cinsel sapıklıklarla ne ilgisi olabilir? Adam cinsel bir yol tutturmuşsa, yaptığı işin dinsellikle ilgisi yoktur! Dinsel bir yolda ise de; zina ve tecavüz gibi cinsel işlerle ilgisi olamaz!
Bunun, ikisi bir arada bulunmaz!
Oluyorsa, orada sapık bir emel vardır ve özellikle kadınların buralardan uzak durması gerekir

Konya Doğumlu Yaşam Koçu ve Şirket Danışmanı Tevfik Akmuslu

Yazıya, yoga ve geçen yıl ölen Shri Mataji ile başladık, bioenerji ve şeyh bozuntusu ile devam ettik. Peki, bütün bunların birbiriyle ilgisi ne? İlgisi şurada: Bütün bu şarlatanlıkların, soytarılık ve üçkâğıtçılıkların hedef kitlesinde, maalesef kadınlar var. Kimi, kadınların cahilliğinden, kimi de saftorikliğinden yararlanıp, ya paralarına göz dikiyor, ya da namuslarına!
Meselâ, Ödemiş Bozdağ’da Tevfik Akmuslu denilen bir adam varmış. Bu adam, maalesef eski bir gazeteci imiş. Herhalde gazetecilikte dikiş tutturamadığından olsa gerek, başlamış Yoga! Çakra! Hipnoz! Bioenerji! Reiki işleriyle meşgul olmaya!
Bozdağ’daki dağ evinde; Reikiler, meditasyonlar yaptırıyor ve çoğunluğu kadın olan müşterilerine Geçmiş Yaşam Terapisi uyguluyormuş!
Bütün bunları yaptırıyormuş ki;
Pozitif enerji ortaya çıksın ve kök çakra açılsın!
Peki, Reiki 1 ve Reiki 2 vücudun hangi bölgelerine uygulanıyor?
Ne ilginç değil mi;
O bölgeler, anüs ve üreme sistemini kontrol eden bölgelermiş!
Yazın Bozdağ’daki dağ evinde, kışın da Nazilli’deki bürosunda bulunan işbu Tevfik Akmuslu, kendisine gelen başörtülü müşterilerine, zaman zaman Allahtan, marifetullahtan, namaz ve oruçtan da söz ediyormuş! Onlar dindar ya, oradan giriyormuş damara!
Kadınların iddiası şu ki;
İşbu Tevfik Akmuslu, kadınlarla yaptığı özel sohbetlerde, onlara; İçinizdeki pozitif enerjinin uyanması için, kök çakranın açılması gerekir. Bunun için de cinsel ilişki kurmamız lâzım. Ancak bu şekilde marifetullaha ulaşırsınız!
Bu, sistemin bir gereğidir!
Sistem böyle çalışır! diyormuş!
Sonra?
Sonrasında, kadınlar uykuya dalar, iradeleri ellerinden alınır ve doğru yatağa!
Adam Hindistan’a gitmiş ya, hipnoz tekniğini de herhalde orada öğrenmiş!
Kadınlar diyorlar ki;
Onunla yattığımızdan, maalesef kocalarımızın haberi yok. Zaten, kimsenin yüzüne bakamıyoruz ki, kocalarımızın ve çocuklarımızın yüzüne bakabilelim.
Bu utancı yaşamış kadınlar olarak diyoruz ki, bizim yaşadığımız bu iğrençliği, diğer kadınlar yaşamasın!
Haber merkezimizden bir arkadaşımız, Tevfik Akmuslu adlı bu adamla dün temas kurdu ve kadınların iddialarını sordu kendisine.
Akmuslu; çakrayı, reikiyi ve hatta hipnozu doğruladı. Bozdağ’daki dağ evini de doğruladı.
Uzun lâfın kısası;
Bana mektup yazan Ş.Y. adlı hanımın söylediği isim ve yerlerin tamamını doğruladı!
Adalet Bakanlığı’na bağlı cezaevlerinde seminerler verdiği de, bazı üniversiteler ile Lions ve Rotary kulüplerinde konferanslar verdiği de doğru!
Bütün bunları yapmış olması umurumda değil. Belki doğru şeyler de anlatıyordur ama ben, dağ evindeki zinalarla ilgileniyorum.
Ve soruyorum Tevfik Akmuslu’ya;
Dağ evine çağırdığınız kadınları hipnozla uyutup, onlarla cinsel birliktelik kuruyor musunuz?
Bütün sorum bu!
Pardon, bir soru daha:
Kadınlarla birlikteliklerinizi kameraya alıp, onları bu seks kasetlerini açıklamakla tehdit ediyor musunuz?
Açık ve net söylüyorum:
Bu yazıma cevap gönderebilir, ya da beni mahkemeye verebilirsiniz.
Ama, şunu bilin ki; henüz bildiklerimin hepsini açıklamadım!
Şimdilik bu kadarını söylüyor ve özellikle kadınlara seslenmek istiyorum;
Sizler, bu kadar mı cahilsiniz, bu kadar mı saftoriksiniz ki; kâh Yogacılara, kâh Bioenerjicilere, kâh Çakracılar ve şeyh bozuntularına inanıp, onların iğrenç emellerine teslim olursunuz?
Bu kadar cahillik,
Bu kadar saflık olur mu?

Milli Eğitimin En Büyük Sorunu : Atama !

Kendi önündeki sorunları dahi göremeyen ve uçuruma doğru sürüklenen bir Türk Milli Eğitim var.

Bir çift söz de, Milli Eğitim Bakanı sayın Ömer Dinçer‘e. Söyleyin Allah aşkına; Bu Yoga dersi de nereden çıktı? Hele de, ortalık şarlatanla, soytarı ve ırz düşmanlarıyla kaynarken! Çocuklara, illa bir ruhsal eğitim vermek istiyorsanız, duayı öğretin, maneviyatı öğretin! Allahı tanıtın, Allah’ı. İşte, Yogacıların, Bioenerjicilerin, Çakracıların yaptıkları ortada! Bu adamların çoğu, kadınlara musallat olmuşken, şimdi de çocuklarımızı mı ateşe atacağız? Ne olur; Vazgeçin şu Yoga saçmalığından! Ve kadınlar; Siz de uyanın şu hipnozlardan! Zira, adamların göz diktikleri sizin paralarınız ve namuslarınızdır! Tanıyın bu; Irz düşkünü sapıkları!

(Hasan Karakaya, Yeni Akit, 2012-01-24

Televizyon Yarışmalarının Büyük Soygunu

Televizyonlarda yayınlanan yarışma programları çeşitli oyunlarla vatandaşları telefonlara yönlendirip büyük ekonomik kayıplara uğramasına neden oluyor. Kolay yoldan para kazanma heyecanı ile telefona sarılan vatandaşlar saatlerce telefonlarda bekletiliyor, çeşitli oyunlarla tekrar aramaları sağlanıyor ve kimi vaatler sunulup tutulmuyor. Asıl şoku ise vatandaşlar telefon faturaları gelince yaşıyor.

SAATLERCE BEKLETİLİYORLAR

Yarışmada verilen soruyu yanıtlamanın heyecanı ile telefona sarılan seyirciler, saatlerce telefonda bekletiliyor. Dakikalarca telefonda bekletilen katılımcılar asıl şoku telefon faturasını görünce yaşıyor.

Televizyon kanallarında yayınlanan programının bir süredir takibindeydim. Çok basit sorularla büyük paralar verilen bir program. Aslında böyle gösteriliyor. Bir soru için 1 saat gibi uzun bir süre bekleniyor. Ama nedense sadece 3-5 kişi yayına katılıyor. Bu durum kafama takılsa da ekranda çıkan soruları bilmek için 3 arama yaptım. Canlı yayına bağlanmak için 2 tane basit eleme sorusu soruluyor. Bu soruları doğru yanıtlıyorum ve canlı yayına bağlanacaksınız diyor. Tam bağlanacağımızda hattan düşüyoruz. Allah Allah deyip tekrar arıyorum hep aynı şey. Tabi dakika başı ücret aldığı için ve bu 2 soruyu sorana kadar yavaş işleyen bir telesekreter kaydı sayesinde her aramada bizden 5-6 liralık konuşma ücreti kesiyor. Bir de bağlanamayıp hattan düşüyoruz. Özellikle ilk telefon açıldığın ‘Tekrar tekrar arayıp şansınızı artırabilirsiniz.’diyorlar ki insanlar ‘Tüh be hattan düştük’ deyip tekrar arasınlar. Yayına bağlanan kişi sayısı çok az oluyor nedense ve bu bağlananlar da alakasız garip cevaplar veriyor.

TELEFONU KAPATIYORLAR

En hızlı tahmini yapan seyirciye para ödülü verileceği vaat edilen programlarda ikinci oyun ise saatlerce bekleyen seyircinin tekrar tekrar aramasını sağlamak.

Otomatik sesli mesajlarda bizi yanıltıyor. ‘Tuşlama tanımlanmadı’, ‘Soruyu bildiniz fakat daha hızlı olabilirdiniz’, ‘Yanıtınız anlaşılmadı tekrar deneyiniz’ gibi otomatik yanıtlar ile bizi tekrar arama yapmaya zorluyorlar. Söz konusu program arandığında matematiksel bir soru sorulmakta soru bilinse bile telefonu insanların yüzüne kapatıyorlar. Diğer bir arayışımda ise ‘Yayına bağlanıyorsunuz lütfen bekleyiniz’ denildi ancak hemen ardından telefon kapandı bu olay 4-5 defa gerçekleşti. Ben bu şekilde sinirimden 6-7 defa aradım diğer insanlarda aynı şekilde aldatılıyor. Ben hayatımda ilk kez böyle açıkça bir televizyon kanalının insanları aldattığına şahit oldum. Bu olaydan dolayı maddi manevi olarak yıkıldım

Kapitalist düzende iş ahlakı olmaz, bir de bizim medyada.

DOĞRULAR DOĞRU DEĞİL

Diğer bir mağduriyet nedeni ise doğru yanıt kabul edilmiyor. ‘Doğru bildiğimizden şüphe eder olduk” diyen vatandaşlar acilen RTÜK’ün programlara el atmasını istedi.

İlkokul çocuklarının dahi bilebileceği kesin olduğundan emin olduğum sorunun yanıtına ‘yanlış yanıt’ denilince deliye döndüm. Bunlardan daha kötüsü, cevap doğru bile olsa otomatik sistemden ‘Bilemediniz’ sesi duyulup, telefon yarışmacının yüzüne kapanabiliyor.

(Kanal46, Ocak 2012)


 

Hangi Tarifeden Soyulmak İstersiniz?

Türkiye’de 65 milyon cep telefonu aboneliği bulunurken GSM hizmeti veren Turkcell’in 63, Avea’nın 50, Vodafone’un 46 tarifesi var. Operatörlerinin sunduğu bu farklı tarifeler tüketicinin kafasını karıştırıyor.

Müşteriler, dahil oldukları paketlere uygun hareket ettikleri halde beklenenin üzerinde faturalarla karşılaşmaktan şikâyetçi. Uzmanlar, Üst Kurul’un ‘tarifeler sadeleştirilsin‘ talebini hatırlatarak, müşterileri faturalarını ve ayrıntılarını mutlaka kontrol etmeleri yönünde uyarıyor. Mobil operatörler mevcut müşterilerini elinde tutmak ve daha çok müşteri kapmak için birçok tarife ve paket çıkarıyorlar. Ancak çıkarılan tarifelerin içeriğinde sesle beraber SMS ve internet paketlerinin olması seçim yaparken abonelerin kafasını karıştırıyor. Bilgi ve İletişim Teknolojileri Kurumu (BTK) her ne kadar sabit operatör Türk Telekom dahil, Turkcell, Avea ve Vodafone’ye tarife ve kampanyalarını sadeleştirmek için talimat verse de sorun çözülmüş değil. Yapılan bir araştırmaya göre, tüketicilerin sabit ve mobil operatörlerden en büyük beklentisi tarifelerin sadeleştirilmesi, birbirleriyle karşılaştırılabilir hale gelmesi ve bunun için kendilerine uygun teknolojik imkânların sunulması yönünde.

Araştırma şirketi Deloitte tarafından hazırlanan ‘Elektronik Haberleşme ve Eğilimler 2011′ raporu da ilginç sonuçlar içeriyor. Rapora göre Türkiye’nin önünde, önümüzdeki dönem yapılması gerekenler arasında tarife karmaşasının çözülmesi duruyor. 2010 yılında, kontörden TL’ye geçişin tüketiciler açısından bir tür tarife şeffaflığını artırsa da tarifelerin sadeleştirilmesi, birbirleriyle karşılaştırılabilir hale gelmesi ve bunun için uygun teknolojik imkânların tüketicilere sunulması önümüzdeki dönemde operatörler açısından çözülmesi gereken sorunlardan biri olarak duracak. Dünyanın pek çok ülkesinde cep telefonlarından alınan vergiler sigaradan alınandan daha yüksek. Mobil iletişim vergisinde Türkiye dünyanın en yüksek vergi oranlarının olduğu ülkelerin başında geliyor. Mobil iletişimde vergi oranları yüzde 60′lar seviyesinde olup gelişmiş pazarlarda ve Avrupa’da oranlar yüzde 5-20 aralığında. Rapora göre Türkiye’nin de hızla bu oranlara inmesi gerekiyor.

Tarifeler müşterilere neden mi zararlıdır?

  • Geliştirilen tarifeler diğer şirketlerin elinden kurtulmak isteyen müşterileri avlamak için iyi bir fırsat yemidir.
  • Yüzlerce tarife çıkarılıyor ki, insanların kafası karışsın. Yanlış tarifeler seçilsin ve müşteri uyanana kadar cebi soyulabilsin.
  • Mevcut tarifeler sürekli değişmektedir. Yani bugün avantaj olan bir tarife yarın dezavantaj olabilmektedir.
  • Yıllarca şebekelerde aleni olarak kontör hırsızlığı yapılmadı mı? Kontörler kendi kendine mi düşüyordu yoksa?
  • Aynı mantık birkaç yüz kişiden 1′er lira alarak uyandırmak yerine, milyonlarca müşteriden 1′er kuruş alarak kar etmeyi iyi bilir.
  • Türk Telekom internete bağlanmak için telefonu şart koştu. Vatandaş mahkemeye verdi, kazandı ama vatandaş için değişen birşey olmadı. Kapatılan telefonun parası ek ücretlerle internete bindirildi. Ayrıca Telekom yetkilileri vatandaşı ikide bir rahatsız ederek 2-3 lira ek ücret karşılığında bir üst pakete geçirileceğini bildirmedi mi? Şimdiye kadar hangi tavsiyeleri vatandaşın faydasına oldu ki

     
  • Günümüz kapitalist sistemi matematiksel istatistik bilimi üzerine işler. Örneğin bir bankadan tüm müşteriler aynı anda paralarını çekmediği taktirde hiçbir banka batmaz. Aynı mantıkla bir tarife yüz kişiden 10 kişiye faydalı, 90 kişiye zararlı olacaksa, bu tarifeden şirkete zarar etmez.
  • Tüm dünya krizdeyken banka ve telefon şirketlerin büyük kazançlar sağlaması haksız kazançlarının en büyük göstergesi değil midir?

    Şike İndirimi ve Kesintisiz Eğitim

    Şike yasasının kabul edilişi, bende kesintisiz eğitim yasasının TBMM’den geçişini hatırlattı.
    O yasa kabul edilirken de, değişikliğe destek veren milletvekilleri, eleştirilere mantıklı bir cevap bulamıyorlardı.
    İtiraz ediliyordu, kesintisiz eğitimi dayatanlara: “Niye illa kesintisiz olmasını istiyorsunuz? Zorunlu eğitim süresinin artmasını biz de isteriz. Ama 5 yıldan sonra, isteyen meslek okuluna da gidebilsin. Sizin tek derdiniz zorunlu eğitim süresinin artması ise, ha meslek okulunda olmuş, ha ilköğretimde. Ne farkeder? Bırakın, isteyen ilk 5 yılı ilköğretimde, sonraki 3 yılı da meslek okulunda okuyabilsin!”
    Cevap?
    Cevap veremiyordu, kesintisiz dayatmacıları.
    Sanki bir yerden emir gelmişçesine, tartışmaya bile giremedikleri bir konuda, ısrarla değişiklik istiyorlardı

    Tarih 1997 Şubat Soğukları: Toplumu zoraki şekillendirmek amaçlı yapılan 28 Şubat Darbesi, dindar neslin önünü kesmek için tam bir eğitim katliamı başlattı.
    Sonradan anlaşıldı, gerçekten bir yerlerden emir geldiği.
    Emir gereği, kesintisizi tartışmadan çıkarmaya soyunmuşlardı.
    Gece sabahlara kadar süren sözde görüşmelerle, kesintisiz yasası kabul edilmişti.
    Bugün geldiğimiz noktada ise, o gün tartışma gereği bile duyulmayan, “Siz istediğiniz kadar itiraz edin, biz bu değişikliği geçireceğiz” mantığı ile verilen oyların sahipleri, hemen hemen tamamı ile, siyaset sahnesinden silindiler.
    Çünkü halka anlatacakları bir gerekçeleri yoktu. Fiilen bulundukları milletvekilliği koltuğunu istismar edip, “Kimseye hesap vermek zorunda değiliz. Seçilmişiz. İstediğimizi yaparız” yaklaşımı ile “emrin gereği”ni yerine getirdiler.
    Ama halk da, onların bu “hesap vermez” tutumunu unutmadı. Sandıkta gereğini yaptı.
    Şimdi şike yasasında, benzer başlangıcı görüyoruz.
    İtiraz ediliyor: “8 ay önce cezanın alt sınırını 5 yıl olarak düzenleyen sizsiniz. Şimdi niye 1 yıla indiriyorsunuz?”
    Cevap; kem küm.
    “Haydi fazla sıkıştırmayalım” diyorsunuz. “Ara formül bulalım” düşüncesi ile, “Tamam, 5 yıl çok fazla ise. 1 yıl yerine bari 2-3 yıla indirin. Cezanın bir yıl olması gerektiği, kutsal bir metinde mi yazıyor?” denildi.
    Şikecilerden yine makul bir cevap yok.
    “İtiraz edemeyecekleri bir yerden emir gelmiş”çesine, sus pus olmuş oturuyorlar.
    Sadece birkaç isim, “Bu yasa aynen geçecek” dedi, utana sıkıla.
    Niye geçecek? Hangi gerekçe ile geçecek? Daha önce niye 5 yıldı da, şimdi bir yıla inecek? Hiçbirisine, mantıklı bir izahı kenara bırakın, alelusul cevap dahi yok.
    Onlarca milletvekilinden, bir-iki isim hariç, hiçbirisinin ağzını bıçak açmıyor.
    Aynen kesintisiz eğitim yasasının geçmesindeki gibi.
    Sadece AKParti’de değil.
    CHP’de de, MHP’de de.
    Şöyle aslanlar gibi çıkıp, “Bu yasa değişikliği gereklidir. Yapılması bir ihtiyaçdan kaynaklanıyor. Halkın bu değişikliğe ihtiyacı var” diyebilen bir milletvekili olmadı.
    Kesintisiz eğitimde kimsenin çıkamadığı gibi.
    Bakalım, kesintisiz yasasının bir yerlerden gelen emirle yapıldığı sonradan anlaşıldığı gibi. Şikede cezaları kuşa çeviren yasanın derinlerden gelen emirle olduğu, ne zaman ortaya çıkacak?
    Birkaç yıl sonra, “Bizim milletvekili olarak, ne sözümüz olabilirdi ki? Emir büyük yerdendi!” itirafları yapılacak mı?

    ANAYASA MAHKEMESİ ÇÖZÜM MÜ?
    Şikede cezaları indiren yasanın ikinci defa aynen TBMM’de kabul edilmesi üzerine, “Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün veto hakkının kalmadığı, tek çıkış yolunun Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açmak olduğu” söylenip duruluyor.
    Hayır, Anayasa Mahkemesi’nde açılacak iptal davası, mevcut davadaki sanıkların durumunu hiç etkilemez.
    Yasa bugün-yarın Cumhurbaşkanı tarafından imzalanacak.İmzalanmak zorunda.
    İmza ile birlikte, Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi’nde iptal davası açsa bile, o iptal davasının, mevcut şike dosyasına bir etkisi olmayacak.
    Anayasa Mahkemesi iptal kararı verse dahi, o kararın geçmişe yürürlüğü olamayacağı için, Aziz Yıldırım ve taifesi, “bir yerlerden gelen emirle çıkarılan şike yasası değişikliği”nden yararlanacak.
    Dolayısı ile, artık yasa onaylanmadan da, AzizYıldırım ve taifesinin sembolik cezalarla bu işten sıyrılacaklarına, kesin gözüyle bakabiliriz.

    YA HAKİMLER İNSİYATİFİ ELE ALIRSA?
    Ama şunu da hatırlatalım. Hakimler insiyatifi ele alırlarsa. Eylemin şike değil, nitelikli dolandırıcılık olduğu kanaatine varırlarsa. “Emirle yapılan gerekçesiz yasa değişikliklerinin, normal hayatta karşılığı olmayacağı” gerçeğini, yasama organına göstermiş olurlar.
    Çünkü mahkeme, iddianame ile bağlı değil.
    Şike olarak gösterilen eylemlerin, birilerinin lehine “trilyonluk parasal avantajlar” ve birilerinin aleyhine de “trilyonluk dezavantajlar” oluşturduğu gerçeğini dikkate alarak “nitelikli dolandırıcılık” kapsamında kabul edebilir.
    İşte o zaman, “emirle hareket edenler” derslerini almış olurlar!

    (Ali Karahasanoğlu, Yeni Akit, 2011-12-12
     

    Koyu fanatik fenerli olan başbakan Tayyip Erdoğan’ın, hasta yatağından partililere emir vererek cumhurbaşkanlığından geri dönen şika yasasını çıkartmak istemesi ve adı şilah kaçakçılığı gibi kirli işlere bulaşan Aziz Yıldırım‘ı kurtarmak istemesi, AKP’nin Adaleti nerede kaldı? sorusunu akıllara getiriyor!

    ***

    AZİZ’İ KURTARMA OPERASYONU

    Değerli Habervaktim okuyucuları, gündemdeki bir diğer konu ise “şike yasası”nda yapılan değişiklik.
    Daha 8 ay önce Aziz Yıldırım’ın da büyük gayretiyle çıkan şikeye ceza getiren yasada değişiklik yapılarak, hapis cezası 5 yıldan 1 yıla çekildi.
    Geçen 8 ay içinde şike soruşturması başlamış.
    Aziz Yıldırım ve başka bazı isimler tutuklanmışlardı.
    İddianame hazırlık aşamasında.
    Üzerinden soruşturma yürütülen yasada değişiklik yapılıyor ve hapis cezası kuşa çevriliyor.
    Bunun adı “göz göre göre Aziz’i kurtarma operasyonu”dur.
    Medyanın kişiye özel bu yasaya sessizliği dikkat çekici.
    Hürriyet’i, Milliyet’i, Vatan’ı anlıyorum da.
    Muhafazakar gazetelerimizin de üç maymunu oynamaları zoruma gidiyor açıkçası.
    Ama Allah’tan Akit var.
    “Allah razı olsun” yönetiminden.
    Muhafazakar gazetelerimizin içinde bir tek Akit bu açık haksızlığa karşı sesini yükseltiyor.
    AK Parti iktidarını yapılan bu yanlışta açık açık uyarıyor kaç gündür.
    Hukukçu Yazarı Ali Karahasanoğlu, kaç gündür yazıyor.
    Karahasanoğlu’nun ifadesiyle, Aziz Yıldırım ve arkadaşlarının tahliyesi ile, “yasama organı, yargı yerine geçip, hazırlık aşamasındaki bir dosyada ilk defa, tutuklu tahliye etmiş” olacak.
    Bir koyun çalmanın cezası asgari 3 yıldan 7 yıla kadar hapis!
    Mevcut bir malı almak hırsızlık da. Şike ile bir maç sonrasında elde edileceği muhtemel trilyonları kapmak hırsızlık değil mi?
    Trilyonlarla ifade edilen bir gelirin bir başka takım yerine, şike yapan takımın kasasına girmesinin cezası, bu yasa ile 5 yıldan 1 yıla indirildi.
    Yasa şimdi Köşk’te, Cumhurbaşkanı’nın önünde.
    Veto hakkını kullanarak, “Aziz’i kurtarma operasyonu”na dur diyebilir.
    Bunu da bekleyip göreceğiz.

    (Habervaktim, Aralık 2011

    Titan Zinciri Halkaları Aftan Yararlandı

    Titancılar’ olarak bilinen ve 143 kişiyi dolandırmak suçundan 25′er yıl hapis cezasına çarptırılan Kenan Şeranoğlu, babası Fevzi Barbaros Şeranoğlu, Serdal Güldal ve Ahmet Hakan Baz, 10 yıl cezaevinde yattıktan sonra tahliye oldu
    Almanya’da kuaförlük yapan Hakan Kenan Şeranoğlu, arkadaşı Vahit Gülal’la birlikte İzmir’e giderek oluşturduğu Titan saadet zinciriyle, 30 bin üyeden yaklaşık 8.6 milyon YTL toplamıştı. Şeranoğlu’nun İzmir’de gerçekleştirdiği gösterişli doğum gününün basına yansımasıyla zincir Eylül 1997′de açığa çıktı. Şeranoğlu’nun topladığı paraların büyük bölümünü yurtdışında bankalara yatırdığı belirlendi. Şeranoğlu, babası ve Titan yöneticisi 12 kişi tutuklandı. 29 Mayıs 1998′de Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, yalan beyanda bulunarak 152 kişiden toplam 372 bin 400′er mark (o dönem Almanya avroya geçmemişti) dolandırdıkları gerekçesiyle Titan’ın kurucuları Kenan Şeranoğlu ve babası Barbaros Şeranoğlu başta olmak üzere 11 sanık hakkında 456′şar yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açtı. 5 Mayıs 2000′de Şeranoğlu’nun 77 yıl 10 ay hapis, 22 milyar 798 milyon 311 bin 569 lira ağır para cezasına çarptırıldı. “Şahsi hürriyeti bağlayıcı muvakkat cezaların birleştirilmesi halinde tatbik edilecek ceza, hapiste 25 yılı geçmez” hükmü gereğince Şeranoğlu ve üç kişinin 25 yıl hapiste kalacağı belirtildi.
    Ancak Şartlı Salıverme ve Cezaların Ertelenmesine İlişkin Yasadan yararlanan Kenan Şeranoğlu, babası Fevzi Barbaros Şeranoğlu ile Serdal Güldal ve Ahmet Hakan Baz, Eskişehir H Tipi Kapalı Cezaevi’nden dün tahliye edildi. Titancıları, cezaevi çıkışında İstanbul’dan gelen yakınları karşıladı. Bedelli askerlik yaptıktan sonra yurtdışına çıkmadığı gerekçesiyle Beyoğlu Askerlik Şubesi’nin tebligat çıkardığı Kenan Şeranoğlu Eskişehir Askerlik Şubesi’ne götürüldü. Yazışmaların ardından Şeranoğlu serbest bırakıldı. Şeranoğlu’nun yurtdışına çıkmaması nedeniyle bedelli askerliğinin yanabileceği belirtildi.



    Sistem nasıl işliyordu?

    Titan saadet zinciri olara bilinen ve birçok kişinin dolandırılmasına yol açan sistem şöyle işliyordu: Titan toplantılarına davetle gidiliyordu. Konuyu ‘Titan üyeleri dışında hiç kimseyle konuşmayacağınıza, aksi takdirde 5 bin markı ödemeyi kabul ettiğinizi’ belirten bir gizlilik belgesi imzalanıyordu. 2 bin 450 mark ödeyerek Titan’a dahil olunuyordu. İlk iki üyeyi götüren kişi lider konumuna yükseliyor ve götürdüğü üyelerden 300′er mark alıyordu. Üçüncü kişiyi sisteme üye yaptığında grup lideri olan kişi 1000 mark kazanıyordu. Ayrıca liderin getirdiği her üye için 700 mark alınıyordu. Yatırılan paranın 50 markı Titan’a gidiyordu.
    Cezaevinde Bile İyi Yemiş
    Dolandırıcılık suçundan 10 yıl cezaevinde yatan Titancı Kenan Şeranoğlu’nun cezaevindeyken fazla kilolarından rahatsız olup midesine kelepçe taktırdığı ortaya çıktı.. Titan Saadet Zinciri’nin kurucusu Kenan Şeranoğlu, dolandırıcılık suçundan cezaevine düşmeden önce düzenlediği şaşaalı doğum günü partisiyle dikkatleri üzerine toplamıştı. Doğum günü görüntüleri uzun süre gündemi meşgul eden Şeranoğlu’nun 140 kiloluk hali ve elinde şampanya ile göbeğini salladığı danslar da unutulmazdı! Cezaevine 140 kilo olarak giren; 10 yıl sonra 70 kilo çıkan Şeranoğlu’nun bu yeni hali dün Günaydın’ın haberi seyesinde herkesin merak konusu oldu. Geçen şubat tahliye olan Şeranoğlu’nun 70 kilo vermesinin sırrının midesine taktırdığı kelepçe olduğu ortaya çıktı. Cezaevindeki son aylarında aşırı kilolarının sağlığını tehdit etmesiyle Adalet Bakanlığı’ndan izin alarak midesine kelepçe taktıran Şeranoğlu cezaevinden çıktıktan sonra da kelepçe diyetine devam etmiş.

    (Radikal, 2008)

Şike ve Gül

Sporda şike, savaşta şike, siyasette şike.
Bu ülke şikeler ve şikeciler ülkesi.
Şike bitmiyor bu ülkede.
Beş ay önce şikenin üzerine gitmeye karar verdi parlamento ve bir şike yasası çıkardı.
Büyük bir operasyon başladı.
Sonra ne oldu?
Parlamento kendi çıkardığı yasağı aradan beş ay geçmeden değiştirmeye karar verdi.
Ne oldu da kendi yasasını değiştiriyor parlamento?
Ne oldu da, daha önce diğerleriyle anlaşan ama sonra imzasını geri çeken BDP hariç bütün partiler anlaştı?
Hepimiz biliyoruz ki “futbolda şike” dediğimizde artık o eski usul “şikelerden” söz etmiyoruz, futbol bahislerinde büyük paraların döndüğü bu dönemde sporda mafyanın gücü de etkinliği de artıyor, “futbolda şike” dediğimizde büyük paralardan ve mafyadan söz ediyoruz.
Aslında bu yasanın amacı da “spor şikesinden” ziyade “spordaki mafyalaşmayı” önlemekti ama nedense Meclis bu onurlu mücadelesinden vazgeçti.
Ve hiçbir konuda anlaşamayan üç parti şikeciliğin önünü yeniden açmak konusunda anlaştı.
Parlamentoda bir tek AKP Milletvekili Şamil Tayyar bu yeni düzenlemeye karşı çıkıyor, “spordaki Ergenekon’a yenik düşüyoruz” diye feryat ediyor, “sporda çetecilik alır başını gider” diyor ama sesini kimseye duyuramıyor.
İnternet sitelerinde okuduğum haberlere göre dün NTV Spor Radyo’da Bülent Yüksel’in sunduğu “13” programında olayı bütün detaylarıyla anlattı.
“Sporda şiddet kanunu yaklaşık yedi ay önce çıktı. Seçimden önce TBMM tatile girmeden apar topar çıkarıldı. Seçimden önce çıkarılan son kanunlardan biriydi. Tüm spor kulüpleri sadece holiganların cezalandırılacağını düşünüyorlardı ki destek verdiler. Ancak daha sonra şike operasyonu çıkınca feryat etmeye başladılar. Tutuklamalarla birlikte kıyamet koptu. Ondan sonra da bu kanunun değiştirilmesi için ‘operasyonlar devam ederse tüm kulüpler batar, çok büyük sıkıntılar doğar’ argümanı üzerinden dört partiyi de ikna ettiler gibi görünüyor.
Bu gerekçelere dayanarak kanun çıkaracaksak Balyoz’u da Ergenekon’u da ortadan kaldırmamız gerekir. Onlar da terörle kim baş edecek demişlerdi. Karşıyaka Mezarlığı kendini vazgeçilmez sanan insanlarla dolu. Herkesin yeri doldurulabilir. Kimse vazgeçilmez değildir. Kişiye özel ve af niteliğinde asla bir yasal düzenleme yapılamaz. Ben olsam da, sen olsan da, Aziz Yıldırım olsa da mümkün olmaz. Örtülü af niteliğinde bir düzenleme yapılıyor. Bu kanunla birlikte artık çeteleşmenin önüne geçmek imkânsız olacak. Devam eden şike operasyonu da ortadan kalkacaktır. Bu suçun sadece miktarı azaltılmıyor, çete suçu olmaktan çıkarılıyor.”
Buradaki en hayati laf “bunun çete suçu olmaktan çıkarıldığını” belirten laf.
Mafya spor dünyasının içinde var mı?
Bu işlerle biraz ilgilenen herkes biliyor ki var.
Mafya’nın Susurluk’la, Ergenekon’la bağlantısı var mı?
Mahkeme dosyaları gösteriyor ki var.
O zaman Meclis neden mafyanın spordan büyük paralar kazanmasını, şike yaptırmasını, aldığı paraları çeşitli “kaynaklara” aktarmasını önleyecek bir yasadan vazgeçiyor?
Tayyar, şike, spor, siyaset ilişkisini de çok iyi ortaya koyuyor.
“Kulüp temsilcilerinin grup başkanvekilleriyle yaptıkları görüşmelerden haberimiz bile olmadı. Bülent Arınç belki bakan olması nedeniyle bilgi sahibiydi ve tepki gösterdi. Onu bilemiyorum. Ama benim milletvekili olarak haberim yoktu. Size bilgi vermezlerse, anlatmazlarsa, iki günde Meclis’ten geçirmeye kalkarlarsa biz de tepkimizi gösteririz. Bununla neyin amaçlandığını sorgulamamız gerekiyor. Ben görevimi yaptım. Bu bir şey ifade eder mi bilmiyorum. Yapabileceklerim bu kadar.”
Milletvekillerine bile nasıl bir yasa yapılacağını söylemeden, milletvekillerinden gizli olarak kulüp yöneticileriyle görüşerek AKP bir yasa çıkarıyor.
Şikenin ve mafyanın yolunu açıveriyor.
Spor dünyasıyla siyaset dünyası arasında nasıl bir ilişki var, neler konuştular, bir “şantaj” söz konusu bilmiyoruz.
Bildiğimiz iktidar partisinin kendi yaptığı yasadan vazgeçmesi.
Ne iktidara, ne muhalefete bu aşamada laf anlatmak mümkün.
Ama Şamil Tayyar gibi biz de “son umudumuza”, Cumhurbaşkanı Gül’e seslenebiliriz.
Beş ay önce bir yasa imzaladınız, şimdi o yasanın tam tersi bir yasayı niye imzalayacaksınız?
Ne değişti, şike mi bitti, mafya mı yok oldu, ne oldu?
Siyasi partiler bu yasayı niye değiştirdiklerini halka açıklayamazlar, açıklayamıyorlar da zaten.
Siz onların arasına katılmayın.
Siz şikeye bulaşmayın.
Bu yasayı imzalamayın.
Temiz toplum isteyenlerin bu ülkede güvenebilecekleri biri olduğunu bari siz gösterin.

(Ahmet Altan, Taraf Gazetesi, 30.11.2011

İçimizdeki Depremler

Bir gazetede “İçimizdeki Deprem” başlıklı bir yazı yayınlandı. Van’da mağdur halka yardım olarak gönderilen çadırların ve diğer malzemenin yağmalanmasından, kargaşadan, yemek dağıtımında sıraya riayet edilmemesinden haklı olarak yakınılıyor ve bu içimizdeki depreme karşı ne yapacağız sorusu yöneltiliyordu.
Van’ın imanlı, ahlaklı, faziletli, doğru halkını tenzih ederek ben de yağmacılığı, talanı kınıyorum.
Lakin içimizdeki asıl deprem bu çadır ve malzeme yağması değildir.
İçimizdeki büyük deprem Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de uzun zamandan beri yaşanmaktadır.
Birkaç kamyon çadır nedir ki.
Bu ülke yüz yıla yakın bir zamandan beri korkunç ve feci şekilde yağmalanmaktadır.
İttihatçıların yağmaları.
Cumhuriyetin ilanından sonraki yağmalar.
Hayatları boyunca hiç ticaret yapmamış birtakım büyüklerin, öldüklerinde efsane çapında büyük servetler bırakmaları.
İslam vakıflarının yağmalanması.
Bir ara ülkemizde müzmin ve çok yüksek enflasyon vardı. Bu enflasyonun gölgesinde birtakım vampirler, asalaklar, insana benzeyen canavar hamam böcekleri yüz milyarlarca dolar vurdular.
Ülkemizde beş yüz milyar dolar miktarında kara, kirli, necis para birikimi olduğu söyleniyor.
Asıl büyük deprem bu değil midir?
Birtakım karılara TC başlıklı resmî vesikalar vererek yasal fuhuş yaptırılması, bundan KDV alınması bir tür deprem değil midir?
Halkın çoğunluğunun oylarıyla iktidar olmuş Adnan Menderes’in bir gece baskınıyla alaşağı edilip zalim bir mahkeme kararıyla idam edilmesi deprem değil midir
27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül ve 28 şubat darbeleri hep birer deprem değil midir?
Erbakan iktidarının ordu tehdidiyle alaşağı edilmesi deprem değil midir?
Türkiye’deki Müslüman çoğunluğun insan haklarının, din ve vicdan hürriyetinin ayaklar altına alınması deprem değil midir?
Vampir rantçıların memleketi, milleti, halkı iliklerine kadar soymaları deprem değil midir?
Van depremi, orada çadır kamyonlarının yağma edilmesi, bu saydığım depremlerin yanında pek küçük kalır.
Bir Japonya’ya bir de Türkiyeye bakalım. Onlar en büyük depremler, afetler, felaketler karşısında disiplinli, sabırlı hareket ediyor. Bizde ise yağmacılık başlıyor. Bunun sebebi nedir? Kötü eğitimdir, sapık ideolojidir, kötü idaredir; millî kimlik ve kültürün yozlaştırılıp erozyona uğratılmasıdır.
Faşist ideolojik düzenin millî kimlik ve kültürümüze cephe alması en büyük depremdir.
Türkiye halkını iman birliği ayakta tutuyordu. Dini zayıflattılar ve bugünkü sosyal, kültürel, siyasî depremleri tetiklediler.
Merve Kavakçı Amerika’da tahsil görmüştü, bir profesör çocuğuydu, kültürlü ve medenî bir hanımefendiydi. Başında eşarp var diye birtakım ideoloji yamyamları onu Millet Meclisi’ne sokmadılar, milletvekilliğini iptal ettiler. Halk iradesine yapılan bu saygısızlık bir deprem değil miydi?
Hürriyet gazetesi 8 Mayıs 1999 tarihlinde birinci sayfasına kapkara bir “Türban Vampiri” manşetini atarak Merve Kavakçı’ya saldırmıştı. Zamanın Başsavcısı Vural Savaş’ın şu cümlesini de manşet altı başlık yapmıştı: “Kutan ve Fazilet Partililer, kanla beslenen vampirler gibi türbanı kullanıp dinî inançları sömürüyor!”
Bunlar hep içimizdeki depremlerdir.
Van’daki çadır ve yardım malzemesi yağması depremi bunların yanında küçük ve mâsumâne kalır.
Bizi yakın tarihimizin siyasî, sosyal, kültürel iç depremleri bugünkü hale getirmiştir.
Deprem sadece toprağın sallanması değildir.

(M. Şevket Eygi, Milli Gazete, 2011-11-11

Villada Kızılay Çadırı

Van’ın Erciş İlçesi’nde depremde çöken binalardan biri de Sevgi Apartmanıydı. 20′ye yakın ceset çıkarıldı enkazdan. Apartmanı yapan müteahhit Salih Ölmez‘in lüks villası da enkaza 300 metre. Villada tek bir çatlak yok. Ancak yine de villada oturmaktan korktuğunu söyleyen Ölmez, evinin bahçesine 2 Kızılay çadırı kurdurdu.

Vatan Gazetesi’nin haberine göre, Salih Ölmez Erciş’in en büyük müteahhilerinden biri.  Onlarca apartman, iş hanı hatta ilköğretim okulu inşa etmiş. Erçiş’in 2011 vergi rekortmeni olmuş ve ilçe kaymakamından plaketini almış. Sahibi olduğu inşaat firmasının sloganı ise ‘Profesyonel Çözümler’ Depremde yerle bir olan Sevgi Apartmanı’nı da o yapmış. Ölmez, Erciş merkezindeki 4 dönüm arsa içinde üç katlı villasında yaşıyor. Villa, ilçenin en gösterişli binası. Depremden etkilenmemiş, çatlak bile yok. Salih Ölmez villasına komşu olan binalar hasarlı olduğu için ailesinin villada oturmaktan korktuğunu belirtiyor. Sevgi Apartmanı Ölmez’in korunaklı villasına sadece 300 metre uzakta


Villasının önündeki Jipi ile kızılay çadırı kuran Salih Ölmez

ölmedi ama yaptırdığı evdeki insanlar öldü.

Ölmez “Evi yıkıldığı halde çadır alamayanlar var, sizin evinizde hasar yok ama çadır almışsınız” sorusuna “Çadır almak herkesin hakkı, biz de korku içindeyiz. Komşu binalar üzerimize çöker diye korkuyoruz” diye cevap veriyor.

‘Enkazdan canlı çıkması mucize olur’

Sevgi Apartmanı’nda enkaz kaldırma çalışmaları yürüten arama kurtarma ekibinin lideri Bülent Gündüz “Artık buradan canlı çıkması büyük mucize olur. kalitesiz malzeme kullanılmış. Kat araları kolon bağlantıları yapılmamış. Dere kumu ve bol çakıl kullanılmış. En korkuncu koca binanın taşıyıcı kolonları dört demirle 20 santim kalınlığında yapılmış. İncecik. Müteahhit kolonlar kalın görülsün diye çevresine briketle örüp çevirmiş. Enkazda hâla cesetler var. 20 kişinin cenazesi çıktı, sadece 2 kişi sağ kurtuldu. Hatta basında yer alan 25 günlük Azra bebek ve ailesi de bu bina altında kaldı” dedi.

Yıkılan binadan sağ kurtulanlar isyan etti

Sevgi Apartmanı’ndan sağ kurtulanlar şunları söyledi: ‘Utanmadan keyif yapıyor’

Faruk Kazancı: 1999’da kooperatif kurarak bu apartmana girdik, müteahhit olarak da Salih Ölmez ile anlaştık. 2002’de teslim etti, 4 yıl senet ödedim, 22 bin liraya mâl oldu. 5 kişi evdeydi. Eşim ve kızım öldü, babam ve oğlumla enkazdan sağ çıktık. Salih Ölmez utanmadan villasında keyif çatıyor.

Yaptığı her şey yıkıldı

Veysel Sağlam: Apartmanda 5 yıldır oturuyorum. Evde yedi kişi vardı. Kızım ve baldızımın kızı vefat etti. Binayı Salih Ölmez yaptı. Kendi villası hariç bu adamın yaptığı her şey ya yıkıldı ya da hasar gördü. Bu adamı hapse attırmak için elimden ne geliyorsa ardıma koymayacağım.

O Müteahhit Kendini Savundu!

Salih Ölmez, TV8 canlı yayınına katıldı. Tayfun Talipoğlu’nun sorularını yanıtlayan Ölmez, ‘Van’da birileri günah keçisi arıyor ve beni Van’ın Veli Göçer’i yapmak istiyorlar. Ben o binanın müteahhidi değilim. 14-15 kişi toplanıp bu apartmanı yaptık. Ben malzeme işiyle değil işçilikle ilgilendim. Benim evim de hasarlı. Mümkün olsa 100 çadır alıp ihtiyacı olana dağıtmak istiyorum ama çadır yok. Ben de herkes gibi o çadırları aldı. Ve biz 6 aile bu iki çadırda kalıyoruz‘ dedi.

(Hürriyet, Ekim 2011

 

Şikayet Edilen Doktor, Bilirkişi Olur mu?

İbrahim Murad Akbaş’ın babası İzzeddin Akbaş 13 Aralık 2009 tarihinde yaşamını kaybettik den sonra, babasının hastanede ihmal yüzünden öldüğünü öne süren Akbaş, sorumlular hakkında dava açmak istedi.Cumhuriyet Savcılığı, suçlanan Yenikent Devlet Hastanesi yetkilileri ve suçlanan doktorlar hakkında Adapazarı Kaymakamlığı’ndan soruşturma izni istedi. Adapazarı Kaymakamlığı da soruşturma için aralarında suçlanan hastanenin Başhekim yardımcısını MUHAKKİK (Araştırma Raportörü) olarak atadı.

Murad Akbaş ve Babası İzzeddin Akbaş

Muhakkik de kendine şikayet edilen hastanenin doktorlarından 3 kişiyi Bilirkişi yapmış, doktorlardan bir tanesi tedavi eden doktor. Bu doktorların hazırladıkları raporda ihmal olmadığını belirttiler. Rapor üzerine Adapazarı Kaymakamlığı ölümde ihmalleri olduğu öne sürülen 5 doktor (3’ü Bilirkişi 1’i bilgisine başvurulan doktor) hakkında soruşturma izni vermedi. Kaymakamlık Bilirkişiyi suçlanan doktorlar zannedip soruşturma izni vermedi.

İtiraz Davası Açtı

Bunun üzerine İbrahim Murad AKBAŞ Sakarya Bölge İdare Mahkemesi’ne başvurarak Adapazarı Kaymakamlığı’nın kararına itiraz etti. Bölge İdare Mahkemesi, 23 Mart’taki değerlendirmede başkan Yılmaz ENGÜR, hakim üyeler Necla ALTINÖZ ve Hasan KABADAYI aldığı karar ile Adapazarı Kaymakamlığı’nın 5 doktorun yargılanması yönünde aldığı kararını oy birliğiyle bozdu. Bölge İdare Mahkemesi “Merkez ilçede görevli olan ve inceleme yapılanlar hakkında ön inceleme raporu hazırlanarak bir karar verilmesi Sakarya Valiliğine ait olduğundan kararın bozulması gerekir” dedi.

İki Farklı Karar

Sakarya Bölge İdare Mahkemesi’nin bu kararına Adapazarı Kaymakamlığı 29 Nisan’da gönderdiği yazı ile itiraz etti. Bu itiraz üzerine Sakarya Bölge İdare Mahkemesi 22 Haziran’da aynı dava için toplandı ve 3 ay önce aldığı kararı “Mahkememiz 23 Mart günü kararı ile kamu görevlileri hakkında, Sakarya Valiliği’nce ön inceleme yaptırıp karar verileceğini belirtmişse de Adapazarı İlçesine Kaymakam atanmak suretiyle merkez ilçe olmaktan çıktığı için bu durumda Kaymakam’ın ön inceleme yaptırıp karar verme yetkisi bulunduğu anlaşıldığından anılan mahkememizin kararının kaldırılmasına karar verildi” denildi.

Karşı Oy Kullanıldı

Başkanlığını Yılmaz ENGÜR, hakim üyeliklerini Hasan Kabadayı ile Merih Özgüven’in yaptığı Bölge İdare Mahkemesi’nin kararına hakim üye Merih Özgüven “4483 sayılı yasa uyarınca yetkili merci kararlarına yapılan itiraz üzerine Bölge İdare Mahkemesi’nce verilen kararlar kesin olduğundan anılan kanunun 9 maddesi uyarınca bu kararların yeniden incelenmesine olanak bulunmadığından itirazın incelenmeksizin reddi gerektiği görüşü ile itirazı kabul ederek esasına giren çoğunluğun kararına katılmıyorum” diyerek karşı oy kullandı.

HSYK’ya Şikayet Etti

Yaşanan durum üzerine mahkemenin iki farklı karar vermesinden dolayı İbrahim Murad AKBAŞ, Sakarya Bölge İdare Mahkemesi Başkanı Yılmaz ENGÜR ile hakim üye Hasan KABADAYI’yı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na şikayet etti